26 Aralık 2010 Pazar

Kapanan yılın muhasebesi

Bu sene bi çok şey olunuldu.

-Bilge Adam'da 300 saatlik yazılım ve veritabanı kursuna (tam geçen sene bu sıralarda) başlanıldı. Üstün başarı sertifikasıyla bitirildi.
-Sweeney Todd'da koro ve minör rollerde yer alınıldı.
-Örnekleme geçildi (en büyük olay bu aslında).
-Özge ile tanışıldı. Gollumun mağarada yüzüğü bulduğundaki hisler yaşandı. May preşız.
-Yazın Ankara dışına tek çıkış olarak Özge'yle günübirlik Eskişehir'e gidilindi. Güzel yermiş, görülündü.
-5 arkadaş Konutkent'te müstakil eve çıkıldı. 6-7 ay sonra ev dağıtıldı.
-Movies Rock'ta çalınıldı, söylenildi.
-Stage on the Run'ın yaptığı 2 çocuk müzikalinde gitar çalınıldı. Gitara et satılındı.
-2. dönem alınan hiçbir dersin finaline gitmeyip 0.00 dönem ortalaması getirilindi, eğitim öğretim hayatında bir ilke ve rekora imza atılınıldı. Sonradan pişman olunuldu.
-Yazın tam zamanlı işe girildi, 2 ay kadar çalışılındı. SEO olayı tanındı, bilgi ve deneyim artması olunuldu.
-Passive Voice konuşma huyu insanlara bulaştırılındı.
-Ebeveynler 2. defa boşanılındı. Konutkentteki ev dağılınca annenin yanına taşınılındı.
-Okul için son çabalara başlanıldı. Bitirip kurtulma yönünde ciddi adımlar atılındı.
-Müzik faaliyetlerine son veya daha yumuşak tabirle ara verilindi.
-Emlakçılara güven olmayacağı öğrenildi.
-DotA bırakıldı, League of Legends'a sardırılındı. Sonra bırakılındı.
-Cooking'e muhtelif bonus'lar ve +'lar alınıldı. Başka skill set'lerine de bonus gain'ler olunuldu.


Aklıma gelen bu kadar. Baya hareketli ve doluydu bu sene. 2011 hayırlı olsun. ßß

13 Kasım 2010 Cumartesi

Multi-Instrumentalism

Yoğun sorular üzerine basın açıklaması:

Davulu bırakmadım. Hala çok seviyorum ve çalmak için geberiyorum. Ama şimdilik okul nedeniyle müzik aktivitelerini rölantiye aldım, o sırada da kendi kendime gitarla uğraşıyorum. Çünkü bu enstrümanda görece yeni olmam itibariyle, daha az enerji isteyen ve zihnimi daha az yoran (enstrümanda ilerleme ne kadar artarsa ona devam etmek zihni ve bedeni daha fazla yorar) bir uğraş. ayrıca yeni bir enstrüman öğrenmek çok zevkli. kaldı ki etrafımda yardım eden çok sayıda insan olması ve yıllardır zaten davul harici enstrümanlarla ilgileniyo olmam itibariyle sıkıntı çekmiyorum öğrenirken, son derece rahat ve süratli ilerleme imkanı buldum Nerdhouse'a geldiğimden beri. o öğrenme aşaması, nerdeyse enstrümanı iyi çalmanın verdiği hazla eşit benim için. sırf bu özelliğim, yani "öğrenmenin kendisini sevme"m yüzünden belki de hiçbir zaman bir enstrümanı aşırı iyi çalamicam ama olsun. bir enstrümanı mükemmel çalma azmimi bir süre önce stüdyom elimden alındığında yitirdim. artık okulumu bitirdikten sonra her şeyi tekrar masaya yatırıcam, elimdeki imkanlara bakıcam. belki gitara ciddi olarak asılırım. belki bi davul alıp davula hırsla devam ederim kaldığım (ya da gerileyerek geldiği) yerden. kesin olan tek şey şu : hayatım müziksiz olamaz. ama şimdilik yoğun müzik aktivitelerine ve davula biraz ara, 6 tellilere (4 de kabulümdür) merhaba.

eskiden okuldan eve geldiğimde yenimahalledeki stüdyoya koşup davul çalmak için sabırsızlanırdım. şimdi okuldan Nerdhouse'a gelince amfiyi ve Fender'i odama getirip çalmak için yanıp tutuşuyorum. "Uçan da kuşlara malum olsun, ben gitar çalmayı özledim" diye eve koşuyorum insanları ittire ittire. İyi ki böyle güzel bir evde oturuyorum da elimi nereye atsam enstrüman geliyor. Bu imkan elimin altında olduğu sürece müziğe aç kalmam bu okula kastırdığım süre esnasında.

Müzik, hayatımın vazgeçilmez bir parçası. Onu öylece söküp atmam imkansız. Gerçek anlamda üniversite hazırlık senesinde başlayan (aslında davul çalmayı daha öncesinde öğrenmeye başlamış, stüdyoya girmişliğim vardı ama gerçek anlamda kendimi adadığım zaman olarak hazırlığı göstermek mümkün) müzikle uğraşma hevesim, seneler içinde giderek büyüdü. Şimdiye kadar birçok metal/rock konserinde, müzikalde, müzikli tiyatroda; Ankara, İstanbul ve İzmir şehirlerinde icra ettim görevimi. Üzerine yazıp çizme hırsım başladı. Müziğin teorisini, mantığını ve hissini algılamaya çalıştığım uzun dönemler oldu. Bu sırada okulumu ihmal ettiğimi söylemek yanlış olmaz.

Hemen hemen davula aktif olarak başlamamla aynı dönemde gitarı da aldım elime. Teyzemin evinde duran, dayımın (eski ve sağlam gitaristlerdendir) eski bir klasik gitarı, Bir Monarch'ı hacıladım. Evimde zaman zaman tıngırdattığım, kendi kendime tamamiyle sıfırdan keşfettiğim bir enstrümandır. Daha önce hiç nasıl çalınır, bakiyim nası basıyolar notalara diye incelemişliğim bile olmamıştı. Hatta o fret çizgilerine basılarak ses çıktığını zannediyodum, fret aralarına değil de.

Neyse gitarla olan bu tanışmamdan sonra, davulda zaten çok süratli ve azimli ilerlememle paralel olarak onu da geliştirdim sinsi sinsi. Özellikle Guitar Pro başında geçirdiğim uzun saatlerde, melodik enstrümanlarla ilgili bilgiler ve duygular edindim. Hiçbir melodik enstrümanı çalmayı ve nota gösterimini bilmememe rağmen, Guitar Pro denen programın kolay arayüzü sayesinde kafamdaki sesleri piyano tuşundan bulup deneyip yanılıp basarak, istediğim akoru elde ediyordum.

Sonra bu akorların gitar üzerindeki izdüşümlerine çalışmaya başladım. Bir yandan da tabi ritm teorisine çalışıyordum. İkisi beraber çok güzel yürüyordu. Tabii gitarda sahip olmadığım şey, davulda sahip olduğum teknikti. Kafamda canlandırdığım bir şarkıyı davulda çalabiliyordum ama gitarda çalamıyordum. Kompozisyon üzerine çok uğraştım. Şarkı yazmaya, düzenlemeye çalışıyordum. Arkadaşlarıma bu yazdıklarımı açıklamaya, izah etmeye, ne zaman ne akor, ne nota basacaklarını, kulağa nasıl gelmesi gerektiğini anlatmaya çalışıyordum. Çoramıklık değil. Onlar da beni sevgiyle, ilgi ve sabırla dinliyorlardı bu zamanlarda, çünkü hoşlarına gidiyordu sanırsam bu çabalarım. Ama çok büyük sıkıntı çekiyordum, genel olarak melodik enstrümanlara, akor, aralık, nota, arpej, yürüyüş gibi kavramlara yabancı olduğum için. Sonra gitara daha ciddi asılmaya başladım, çünkü gitarda kendimi ifade edebilsem çok rahat edeceğimi, ve müzikte muazzam bir perspektif kazanacağımı düşündüm. Zaten baştan beri amacım, davulcu olmak değildi galiba. En iyi teknik ve bilgisi davulda olan, ama genel olarak müziğe hakim bir "müzisyen" olmaktı isteğim. Davuldaki hırsım tamamen bir enstrümanda iyi olabilmekten geçiyordu, geri kalan zamanımı diğer faktörlere ayırıyordum.

Yıllar geçtikçe bu yolda çok güzel adımlar attım, müzik sayesinde yeni insanlarla tanıştım, yeni ortamlara girdim. Şu anda eve çıktığım arkadaşlarımı tamamen müzik sayesinde tanıdım mesela. Müziği çok seven genç ve dinamik insanlar doluydu etrafımda, ben de onlardan biri, hatta en fazla donu müziğe sıyıranlardan biriydim. 44235 tane grupta çalan, gecelerini müzik çalışarak geçiren bir tip olmuştum.

Tabii bu olay okul cephesinde sağlıklı sonuçlar getirmedi. Dönem üstüne dönem kaybettim, bazı dersleri 5 kere almam gerekti, yaz okulunda dahi müzik aktiviteleriyle haşır neşir olduğumdan yaz okulunda bile aldığım derslerden kaldığım oldu. Türkkonut'ta otururken Dementia ile çalışmak için kavurucu sıcakta kızılaya gitmemi, içerden kan ter içinde çıkmamı ve susuz bitkin şekilde eve döndüğüm zamanları hiç unutmam. Gözü dönük bir adam olmuştum adeta.

Okulu bırakıp, veya bir an önce bitirip müzikle profesyonel ilgilenmeyi çok ama çok ciddi düşündüğüm dönemler oldu. Ama danıştığım ve bu işin gerçekten ortasında olan, profesyonelliğin doruklarında olan kişiler, bana bunun hoş bir kariyer seçimi olmadığını 'deneyimle sabit' söylediler. Bu konuda haklı olduklarını ileriki yıllarda görecektim.

Devam eden yıllarda müziğin daha nezih kollarında dolanmaya başladım. Yeni tanıştığım insanlar sayesinde, yeni çevrelere girdim, yeni çevrelere girdikçe yeni insanlar tanıdım. Müziğin bana hayatımda kattığı en ama en büyük güzelliklerden biridir bu. Bu süper insanları, eğer müzikle uğraşıyor olmasam, okuluna gidip evine gelen adam modeli olsam kesinlikle tanıyamayacaktım. Bu nedenle asla ama asla pişman değilim. Tabii her şeyin ölçüsünü ayarlamakta da fayda var. Okulu uzatmak tamamen benim g*tü başı dağıtmamdan ve bir şeye kendimi çok fena adama huyum olmasından kaynaklanıyor. Okula kendimi hiçbir zaman, en baştan beri adamadım. Ancak şimdiye kadar. Artık okul bitmeli, bitecek.

2 sene kadar önce stüdyomuz kapandıktan sonra davulum yenimahalledeki depoda duruyordu. İlk başlarda orda bir yerlere kurup çalmayı düşündüm. Sonra mantıklı bir çözüm bulamadım. 1 sene kadar yattı davul orda. Bu esnada müzik aktiviteleri devam etse de, kendimi kanadı kırılmış hissettim. Gerçi diyeceksiniz sanki herkesin kendi davulu vardı müzikle uğraşırken. Demeyin, bi susun amk. Benim amacım başkaydı işte.

Davul gitti, stüdyo bitti; elimde olmayan sebeplerle müzikle münasebetim minimal seviyeye indi. İşte tam bu anda, kafamı kaldırdım ve ben o işle boğuşurken hayatta neler olmuş bakma fırsatım oldu.Arkadaşlarım okullarını bitiriyorlardı o sene. Benim ise henüz en az 1 senem vardı. Elimde mezun olduğumda ne iş yapacağımı bilmediğim bir profesyon vardı. Önümüzdeki 3 sene sonunda işsiz, mutsuz, müziksiz, karamsar ve depresif bir adam olarak görüyordum kendimi. Müziği bırakmak çok ağırdı zaten, ama hayatla ilgili kendime söylemekten çekindiğim gerçekler de bir bir suratımda patladı bunun ardından. Ama iyi ki de patlamış, derhal harekete geçtim. Kim bilir stüdyo kapanmasaydı nereye kadar farketmeyecektim bunları, ne zamana kadar körlemesine bir şeyin arkasından gidecektim kim bilir.

Hemen acil durum planı hazırladım. Müzik, Okul ve İş cephesi olmak üzere 3 cephede bir savaş planım vardı.

Müzik :

Müzik konusunda tam zamanlı profesyonellik artık benim için bir opsiyon değildi, bu konuya açıklık getirdim ve bu fikre alıştım. Fakat müziği bırakmam da olanaksızdı, bu nedenle devam etmek istiyordum. Peki nasıl? İçinde bulunduğum şartlarda davul pratiği yapabilme ihtimalim çok düşüktü. Peki, neden gitarla devam etmiyordum? İnsanlar o güne kadar bana sağlıklı bir müzik kulağım olduğunu ve güçlü bir analiz yeteneğim olduğunu söylerlerdi. Bunu davulda kullanmak kolay olmuyordu ama belki gitar çalarsam... Bunu denemeye değer diye düşündüm ve gitarla muhabbetimi artırmaya başladım. Önceki 5 sene boyunca ufaktan ufaktan iş olsun diye kastığım gitar skillerimi, bilgi ve teknik çerçevesinde biraz daha ciddiyete kavuşturdum. Tabii oturup amanın flamenko, amanın bir bach çalacak hırsta kasmıyordum ama en azından basit anlamda akorlara, aralıklara ve gamlara kulağımı ve elimi alıştırıyordum. Bir süre sonra görenin "hmm gitar çalıyor" diyebileceği duruma gelmeye başlamıştım.

Okul :

Okul çok büyük darbe yemişti önceki senelerde. Alttan bir sürü dersim, repeat durumum ve bu nedenle arkadaşlarımdan ayrılmış olmam bir tarafa, bu iş koluna ve/veya bu bölümün sağladığı iş imkanlarına tamamen soğuk ve uzak olmam diğer bir tarafaydı. Ama bir şekilde okulu bitirmem gerektiğini anladım. Tabi ne iş yapacağım sorusu 3. cephede çözülecekti.

İş :

Uzun süredir kemer altında tuttuğum bilgisayar programlama ilgimi ve bilgimi, gerçek bir iş koluna dönüştürmeye karar verdim. Bir anda oldu bu. Bilge Adam'ın yazılım uzmanlığı kurslarını gördüm, başvurdum ve 2 gün sonra gidip kayıt oldum. Oldukça pahalı bir kurs olduğu için (fiyatını da söyliyim ilerde gidecek olanlar "amanın indirim var bugün acilen kayıt olun" dalgalarına inanmasınlar : 6500 TL peşin fiyatı) ailemin muazzam desteğine ve kendi gayretlerime ihtiyacım vardı. Ama bu uğurda gerçekten canımı vermeye hazırdım. Çünkü başka çıkış yolu göremiyordum kendim için. Bankacı, akademisyen, uzman yardımcısı, bilmemne. Hepsi birbirinden zehir meslekler gibi geliyordu bana. İstatistiği iş olarak yapmak bana ızdırap verecekti. Hele ki elimde bana iyi para kazandırabilecek bir ilgi alanım varken, bunu değerlendirmezsem vicdan azabı çekerdim. Çıkış yolu buydu. Saolsun bizimkiler (biraz tartışmalardan sonra) (zira çok marjinal kararlardı benimkiler) bana gereken desteği gösterdi. Hiçbir zaman da bu desteği unutmayacağım ve inşallah bir gün bu sektörden iyi paralar kazanırsam bana bu kariyer değiştirme süresince destek olan başta ailem olmak üzere herkesi ihya ve mutlu edeceğim. Hayat amacım bu.


Aniden gelen bu büyük harcama gerçekten belimizi büktü. Öncelikle davulu sattım (yok pahasına, malatyalı genç bi elemana) ve kafamdaki büyük bi sıkıntıdan kurtulmuş oldum. Davulun orda parça parça halde yatması beni çok rahatsız ediyordu. Sanki kurup çalmam gerekiyor gibi, sanki bir şeylerde geri kalıyormuşum gibi. Ama halbuki artık davulda profesyonel olma gibi bir arzum olmamalıydı. Onun yerine davulu çok büyük ölçüde hayatımdan çıkarıp yerine başka bir enstrüman soktum. Hem daha az vaktimi harcayan (lojistik açıdan, enerji açısından) hem de aslında bana daha kolay gelen (bu da bir gerçek, davulu öğrendiğimden daha kolay öğreniyorum gitarı) bir enstrümanı, ılık ılık, keyif ala ala öğreniyordum. Artık müzik benim için keyifli bir hobiden başka bir şey olamazdı, maalesef. Belki başka şartlarda, başka bir yerde ve zamanda dünyaya gelseydim bu amacımı yerine getirebilirdim ama, reelist olmak gerekliydi ve ben memur/emekli öğretmen çocuğu olarak uzun vadede beni sıkıntıya sokabilecek bu çabadan vazgeçmek zorundaydım. Hem kendim için de belki böylesi daha hayırlıydı. Her neyse, davulu sattıktan sonra da 2009 kış döneminde anketör olarak çalıştım. Aileme büyük bir yük getirmişken yardım etmek istiyordum elimden geldiğince. Tabi okulumu riske atmamak da önemliydi. Keçiören'de Banvit'in anketlerini insanlara uygulayıp, alelacele onları kızılaydaki merkeze teslim edip okula, örnekleme uygulamasının son dersine yetişmeye çalıştığımı hatırlıyorum. Nitekim örneklemeyi bunlara rağmen çatır çatır geçtiğim için çok gururluyum ve mutluyum. :)

Kursum 2010 ocak ayında başladı. Bir yandan da okulun yeni dönemi. Fakat yoksunluk belirtileri kendini göstermeye, müziksizlik, daha doğrusu müzik ortamına bir anda uzaklaşmak beni iyiden iyiye sıkmaya başlamıştı. Bu nedenle kendime defalarca söz vermeme, etrafımdaki insanların da beni engellemeye çalışmasına rağmen Evil Dead'de davul çalmaya gönüllü oldum. Belki de davulcu olarak son hatıralarımı yaşayıp, öyle bırakmak istiyordum. Şu anda o kararı verdiğim için yine hiç pişman değilim, pişmanlık bir kenara, şu an ola ki o kararı vermesem nolurmuş düşüncesi bile çürütüyo beni.

Tabi bi yandan da kursa devam etmek, çalışmak, müzikle uğraşmak... Zorlanmaya başlamıştım yine okulda. Ama kutsal bir amaçtı benim için, Bilge Adam'dan başarıyla sertifika alarak mezun olmak. Okuldan gelecek diplomam ve bu sertifika, bana çok güzel kapılar açabilecekti.

Her neyse, asıl konuya geri döneyim. Yeni yılda, yani 2010 bahar döneminde bolca ders yüküm varken, müziği gerçekten bırakmaya niyetliydim. Zira kursum da vardı. Fakat bu sefer de bir çılgınlık yaparak Sweeney Todd adlı eserde koro elemanı (bas vokal) olarak girdim. Yeni, 3. bir enstrümana daha talip olmak demekti bu. Tabii bu, gerçekten büyük kumar oldu. Ama pişman olduğum bir kumar değil yine de. Şu anda oturduğumuz eve taşınmayı, o müzikaldeki 5 adam biraraya gelerek karar vermiştik. Yani kelebek etkisinin ebesi artık o derece. Ama devam eden yazılım kursu, Sweeney Todd provaları, okuldaki ağır dersler derken olan yine okula oldu. Baya bi salladım (hatta bölüm tarihinin en büyük sallaması) okulu o dönem. 0.00 ortalamayla tekrar repeat duruma düştüm. Keşke yapmasaymışım diyorum ama, ne yapalım, her işte bir hayır olsundu. Gençtim, kıttım, deneyimsizdim.

Şimdi artık her şey açık ve net. Kafamda müzik, iş ve okul cepheleri çok belirli. Bu sene okul bir asılmayla bitirilecek. Müzik, farklı enstrümanlarla haşır neşir olmak, gerçekten keyif almak üzere devam ettirilecek, gerekirse ufak tefek olaylarda çalınıp söylenebilecek. Ki Mayıs ayındaki "Disney Songs" ve geçen ayki "Josephine And The Technicolor Dreamskirt" adlı çocuk müzikallerinde gitar çalma göreviyle onurlandırılmak bu dediğime bir örnek. Çok keyifli ve çok öğreticiydi benim için. Zaten benim nazarımda en önemli olan da bunlar. Yine olursa bazı organizasyonlarda davul çalarım ama maalesef Lemur Sanat'taki davulcu koltuğumu Güneş Kortel'e kaptırdım sanırsam :D Geçtiğimiz aylardaki etkinlikte ilk defa Lemur Sanat davulcusu olarak sahne almadım. Zaten artık o tür büyük organizasyonlara hazırlanacak ne enerjim ne zamanım, ne de zihin gücüm var. Zira bizim çocukları (orkestra) hazırlanırken gördüm de, geceleri gündüzlerine karıştı, beyinleri çürüdü resmen. haeuah kendimi çok şanslı hissettim o an. Çocuk Müzikalleri süper bir fırsat oldu benim için bu konuda ilerlemem için, o bana hayda hayda yetti bu dönem için. Uyuyan Güzel'de yine minör rollerden birinde vokalist olmam için özellikle rica etmesine rağmen bulutay'ı, ve emre de Miras müzikalinde vokalist olarak yer almamı çok istemesine rağmen bunları geri çevirmek durumunda kaldım. Gerçekten üzüldüm bunu yaptığıma, hatta belki de pişman olucam ilerde ve üzülücem ama gerçekten okulumu bitirmek zorundayım ve "zorundayım". Çok zorundayım, bitirmek istiyorum ve araya ufak da olsa dikkat dağıtacak öğeler girmemesini istiyorum ki müzik de bunlardan başlıcası. X,Y,Z olaylar ve müzik olduğu zaman hayatımda, direk müzik baskın olan oluyor maalesef. Keşke iyi oranlayıp ayarlayabilseydim de okulumu da zamanında bitirmiş olsaydım, şimdi rahat rahat uğraşırdım istediğim şeylerle. Neyse bu sene sonunda görücez bakalım yeni karar mekanizmamdan çıkan bu kararlar işe yarayacak mı.

Herkese sevgiler. Şaka lan tanımadığım etmediğim kişiye niye sevgi göstereyim. Hemen inandın sen de ha, yumuşadın. Azcık uzak dur şöyle yılışma.

Soğuk ısırması

parmaklarınız veya kulağınız orta derecede üşümüşken bir şey veya bir yere çarpınca neden normalden çok daha fazla acır? normal sıcaklıktayken kulağınızı incitmeyecek olan fiske, üşümüşken uygulandığında adeta sızlatır çok fena. veya üşümüş yanağa çarpan top (futbol maçlarında başa gelebiliyor) adeta kıvrandırır. hatta hemen ısıtmak isteriz acıyan yeri ovuşturarak, hohlayarak. az önce ben soğuk suda yıkadığım elimi dolabın köşesine çarpınca (efsane acıdı) ister istemez hemen hohlayarak ısıtmaya ve elektrikli ısıtıcıya tutmaya çalıştım. mantıken damarların büzüşmüş, nöron aktivitesinin ve sinaptik salgı hareketinin normalin altında olması, bunun sıcaklığın artmasıyla daha da artması ve acıyı tetiklemesi gerekmez mi? yoksa acı hissi hassasiyetinin maksimum olduğu optimal bir sıcaklık var ve bu görece düşük bir sıcaklık mı? ama biraz daha fazla üşüyünce de acı hissi komple kaybediliyor. 


sanırsam soğuk ısırması olarak tabir edilen bu olayın nedeni hücre içi sıvıların kristalleşmesi ve darbe anında elastikiyetini kaybetmiş olmasından dolayı daha fazla travma yaratmaları. yani öyle bir kombinasyon elde ediliyor ki, nöron aktivitesi x darbe etkisi çarpanı (toplam acı faktörü) maksimum seviyeye ulaşıyor. normal sıcaklıktayken cilt ve uzuvlar son derece rahat ve elastik olduklarından darbe sönümlenerek tüm hücrelere eşit dağıtılıyor. konsantre bir acı hissedilemiyor. fakat hücreler, özellikle de kan akışından nasibini daha az alabildiği için vücudun geri kalanından daha hızlı soğumuş olan uzuvlardaki (burun, kulak, parmak) hücreler hızla katılaşarak, darbeden çok fazla etkilenecek, etkiyi sinir hücrelerine fokuslayarak iletecek bir duruma geçiyorlar. bunu şöyle düşünün : 2 kat su balonu var ve bu 2 katın ortasına yerleştirilmiş yumurtalar var. siz su balonlarına tokat attığınızı düşünün. yumurtalar o kadar kolay kırılmaz. fakat içinde kum olan balonlar düşünün ve 2 kat kum balonunun arasında yumurtalar olduğunu. balonlara yukardan en ufak bir darbe uyguladığınızda yumurtalar göfler. benim aklıma yatan açıklama bu. ayrıca acı hissini tamponlayan salgıların (endorfin vs.) bu uzuvlara kan akışının daha yavaş olmasından dolayı yeterince hızlı intikal edemediği de tahminlerim arasında.


Soğuk ısırmasına dikkat edin, arkadaşlarınızın üşümüş kulaklarına ve burunlarına fiske atmaktan kaçının.

19 Ekim 2010 Salı

kalabalıktan nefret ediyorum.

Kalabalıktan, hengameden, kargaşadan nefret ediyorum. İnanılmaz bunalıyorum, depresyonlara gelesim oluyo. Hacettepe denen okulda da tam olarak bu kavram hakim. Maltepe Gençlik Caddesi'nde otobüs bekliyorum sabah. Otobüs durağında durmadan geçiyor otobüsler, tıklık tıkış. 2, 5, 10, 15 otobüs geçiyor (ekseriyetle ikarus) ama kapılara yaslanmış suratlar var o derece dolu. 9'daki derse gitmek için 8'den 8:35'e kadar bekliyosunuz azıcık boş gelmesini. binlerce insan geçiyor gözünüzün önünden ama siz binemiyorsunuz. Bu dönem sıhhiye'den binmedim daha, demek orda ne efsanevi bir otobüs kuyruğu oluyor böyle dolu gidiyorsa hepsi.

Sonra okula varıyorsunuz. Bölümde sınıflarda iğne atsan yere düşmüyo. İstatistik zaten kalabalık, talebin yüksek olduğu bir bölüm (niye olduğunu hala anlayamıyorum, beyin bedava heralde ondan. millet delirmiş a.k.)  bir de kontenjan artması, alttan alanlar (ben gibi) ve kredi doldurma paniğiyle ders alanlarla beraber sınıflar oluyor 6,02x10²³ kişi. 1 mol insan var sınıfta. Bilgisayar lab'ına gideceksen erken git, yoksa boku yedin. Ya birisiyle masa paylaşıcan, ki benim gibi artık tanıdığı herkes bölümden mezun olmuş kişiler için çok sıkıntılı bir durum bu, ya da en arkada tek başına bi sandalyede takılcan (which is what I do). Şahsına münhasır bir bilgisayar bulma olasılığın zaten yok. Hocalara da yazık. Sınıftaki herkes 1 kere fısıldasa pandemonium gibi gürültü oluyo. Bugün duygu hoca'ya bi kız "hocam lütfen sınıfta sessizliği sağlayıp sesinizi de yükseltir misiniz duyamıyorum" dedi. Acayip ayar oldum kıza. Duygu hoca da böyle genç, iyi niyetli falan görünüyo öğrenci diş geçirmeye çalışıyo. Yiyosa Hüseyin hoca'ya deseydi onu. Bak nası herkesin içinde itin g**ne sokardı o kızı. Çünkü sınıftaki gürültünün kaynağı belli. Sen yanındaki geveze arkadaşına susmasını söyle hocaya kerkineceğine. Zaten bu aptal düzene ve saçma öğretim sistemine isyan etmek yerine elinden geleni yapıyo kadın öğretmek için, bi de sövme oluyo. Valla üzüldüm ve takdir ettim. Bu dönem çok değişkenli'yi geçersem (ki geçicem, o 2 milyar kişilik sınıfta boş bulduğum en arkadaki sandalyeye çöküp masa bile bulamadan, kucağımda not alarak o dersi dinlediysem o ders geçilmiş sayılır) Duygu hoca'ya çiçek yollicam çabalarından ve sabrından ötürü. Zira dersten birşeyler kapabildim en arkada oturmama rağmen. Ama buna bi çözüm bulmaları gerek. Ders lab dersi ama hoca tahtada bi şeyler anlatıyo, ama hadi yarın SPSS olayları gelicek o zaman boku yicez. 3 kişiye 1 bilgisayar. Hayır bölümde totalde 150'den fazla bilgisayar var ama öyle bi kalabalığı nereye koyarsan koy insan tarlası olur. 2 şube de yapamıyolar bölüm politikası ve bazı saçma nedenlerden dolayı. Geçen sene bu dersi aldığımda bu kadar kalabalık değildi. Gerçi dönem başında böyle herkes bi gazla derse gelir, sonra vazgeçer. Ben öyle yapmamıştım. Ben bu derse baya emek vermiştim geçen sene, ödevler, sunumlar yapmıştım, kütüphanede çalışmıştım ama final dönemine yakın yine aptal aptal distraksiyonlar nedeniyle finalde başarısız olmuş ve tüm emeklerime yazık etmiştim. Bu sefer final zamanı öyle olmamasını bizzat garantiliycem.

Neyse, dersten çıktınız, öğlen yemek yiyeceksiniz, yemekhanede insanlık dışı bir sıra. Yüzlerce metre, döne dolana dışarı kadar taşıyor. City center'a girebilmek için bile sıra var. Yemek alabilmek bir mucizeye bağlı zaten. Hadi aldınız, yüz kişinin ortasında dirseklerinizi hareket ettiremeden yiyorsunuz ve yemeğinizi bitirmeye yakın sırtlan gibi masanızı kapmak için lokmanızı sayan tipler var.

Ve sonunda akşam oluyor herkesin dersi bitiyor. Ama o akşam otobüs ve servis sırası var ya... Sıra değil o, karanlık madde. 2-3 kişi daha eklense süpernova patlaması olacak. Öyle bir insan topluluğu görülmedi. Dünyanın tüm çiçekleri diyorum size. Ağrı'daki kardelen çiçeğini de istiyorum. Hakkaten dünyanın tüm çiçekleri o sırada. Bugün özge'yi görmek için acelem vardı, dersten çıkıp o muhteşem sırayı ve insan yoğunluğunu görünce acayip paniğe kapıldım. Ders bitişi 4:45 eğer o sırayı bekler bi de lanet iğrenç ikaruslara denk gelirseniz şehre varma saatiniz : 6:30-7:00. Servisler bile efsane sıralara sahip. Shuttle'dan eser yok, zaten 2352 saatte bi tane var, o talebi karşılaması mümkün değil. Dolmuşları düşünmek bile istemiyorum, küçücük alete beş bin kişi doluşuyo. Kısacası bi ülkeye gitmek için kendini parçalayan mülteciler görüyodum yani bu akşam ders çıkışında, o görüntü onu anımsattı bana. Arabayı aramadım değil ama, varlığı da ayrı bi dert. Yok stikırı yok benzini yok kaza bela. Aman benden ırak olsun Baran Tunç'a yakın olsun. Bi de arabaya alışmak istemiyorum, sağlıksız bi gereç. Ben yine aksiyonlu şekilde gitmeyi tercih ederim gideceğim yere. Hiç değilse toplu taşımada trafiğin stresini sen çekmiyosun dur kalk.

Neyse napsam napsam dedim, baktım olacak gibi değil ben de otostop çektim bi 10 dakika sonra birisi durdu allahtan, Etimesgut'a gidiyomuş, atladım hemen eskişehir yolunda inip Kızılay'a giden çok sayıda otobüsten birine bindim rahatça gittim sevdiceğimi görmeye. İşte okulda 2. senenizde yapmayı beceremeyeceğiniz ve saf saf sıra bekleyeceğiniz bir durum. Zaten sıradakilere bir anket uygularsanız ya acelesi olmayan adamlar, ya çömezler ya da pasif kişiliklerdir. Ama lanet olsun ki okulda organizasyonsuzluğun bini bir para, hatta 50 kuruş. Hatta yanında promosyon olarak stres hediye.

Ama kısacası, hayat Hacettepe Üniversitesi Beytepe Kampüsü'nde bok gibi. Bu okula bu yüklemeyi yapan kim, kontenjan mı artırdılar, ne yaptılar, nasıl, neden. Delirecem ya şu son senemi kazasız belasız kavga gürültüsüz bitirip gitmek istiyorum. Gerçekten çok pişmanım zamanında bitirip o skimsonik kağıt parçasını alıp kenara koymadığım için. Okul bitsin o kadar rahat edicem ki. Bu sene bitmesi için de ne gerekiyosa yapıcam, etse et satıcam donsa don sıyırıcam. Bu okul eskiden çok güzeldi, nezih ve düzenliydi, tamam sabahları yine o gazze şeridi oluşuyordu otobüslerde, ama en azından öğrenci sayısı kampüs içinde normal sayılabilecek ölçülerdeydi. Yaşanabilir bir yerdi yani. Şu an böyle insanlar üstüme geliyo öğlen veya akşam kampüste yürürken. Nasıl oldu da bu kadar insan birikti? Artık resmen ters psikoloji yapmaya çalışıyorum, insanların hangi saatte nereye yüklendiklerini kestirmeye çalışıp tam tersini yapıyorum. Mesela 12 dersim biterse yemek yemiyorum kesinlikle. Çünkü yemek yeme mekanlarının hepsi ya. HEPSİ mi tıklım tıklım olur. Yemekhaneyi çok seviyorum, yemekleri on numero ve çok ucuz. Ama yemek alabilmek namümkün. Çok üzülüyorum orda yiyemediğim için. Tamam o sırada bekleyenler de insan ama gerçekten o sıra insanlığın dışına doğru hareket etmişti en son gördüğümde. Korkunç. Ben de öğlen dersim biterse kampüste oyalanmıyorum. O sırada otobüsler bomboş olduğundan basıp eve gidiyorum ve evde yiyorum biraz açlığa dayanıp.

Şimdi ders çalışma zamanı gelince asıl kütüphane çilem başlayacak. Geçen sene yine bi nebze katlanılabilirdi. Ama insan sayısı giderek artıyo ya ben anlam veremiyorum niye artıyo. Bu sene de karşılaşılacak sıkıntılar belli : boş masa bulamamak, bulsan da etraftaki boktan kalabalık ve gürültü yüzünden konsantre olamamak, habire sigara arasına girip çıkan, sürekli devinim halinde olan insanlar, biraraya gelince rahat duramayıp konuşan tipler... Offf...

Bu sene şu çileleri son kez çekmek ümidiyle ve gayretiyle. Bunu okuyan ve henüz o aptal sınava (adı ne bok oldu bilmiyorum, ÖSS mi GÖTSS mi artık şaşırdılar ne yapacaklarını) girmemiş olan varsa Hacettepe'yi tavsiye etmiyorum. İstatistik okuyacam diye kendinizi paralıyosanız da gidin ODTÜ'de, Ankara Üniversitesi'nde falan okuyun. Ama bana sorarsanız İstatistik de okumayın Türkiye'de 3256236347643734235 tane oldu istatistikçi. İstatistik uygulamayı beceremeyen, önem vermeyen, Data Mining'in ne olduğunu bilmeyen bir ülkede o kadar istatistikçi napacaksa. Benim gibi yazılıma çizilime boka püsüre kayacak işte. En güzeli napın biliyo musunuz evde oturun JAVA kasın. Yeminediyom. En süper işleri bulursunuz üniversiteye falan gerek yok. Ben kendi kendime hırs yaptığım, şuraya getirene kadar seyreltik de olsa bi emek sarfettiğim, geleceğime faydası olacağına inandığım ve eğitime şöyle veya böyle önem verdiğim için bu okulu dişimi sıkıp bitiricem. Hayat benim için o andan sonra başlayacak. Oh be dünya varmış diyecem. Üniversite mezunu olamamak kendime asla yakıştıramayacağım bir şey. Sadece dua ediyorum bana bu sene az işkence çektirsin allahım. İnsanlarla papaz olmiyim. Güzel güzel nezih bi şekilde derslerime gidip geliyim.

Siz siz olun, hayatınızın geri kalanını etkileyecek kararları verirken saçma bir atarla "öf tamam bu olsun" demeyin.

14 Ekim 2010 Perşembe

f(a,b,....z,ɑ,.....ω,А,....Ж,....)

Hayat karışık bi fonksiyon. Etrafınıza baktığınızda gördüğünüz her şey birer fonksiyon. Otomobil, duvar, kıyafet.
Göremediğiniz şeyler de birer fonksiyon. Domain ve Range değerleri var. Duygularınız bile birer fonksiyon. Etkilendiği şeyler var, etkilediği şeyler var.

Lise 1. sınıfta fonksiyonları işlerken alt katımızda oturan makine mühendisi uğur abi, fonksiyonların ne kadar önemli olduğunu söylemişti. Oldukça haklıymış. Sadece matematik ve diğer fen dersleri anlamında değil, genel olarak fonksiyon çok çok genel bir kavrammış. Zaten Lise 1'de sadece matematik dershanesine gitmiştim. O nedenle istemesem de fonksiyonları baya iyi öğrendim. İyi ki öğrenmişim.

Mesela. Gökkuşağını ele alalım. f(güneş açısı, yağmur yağma tarzı, bakan gözün bakış açısı, hava kirliliği....) gibi girdiler var. çıktılar ise parametrik : gökkuşağının boyu, renklerin sayısı... gibi. renklerin sayısı burda bir alt fonksiyon ve constant değeri var, 7. spektrumda elde edilen renk sayısı = f(maddenin özellikleri, kuantum fiziği kuralları, ....) = 7 gibi.

İnsan mesela evrenin en ilginç fonksiyonlarına sahip. İnsan vücudu. Çok garip bir fonksiyon. Enerji sentezleme fonksiyonu, düşünme fonksiyonları. Bir ton garip fonksiyonu var. Anne karnı, çocuğu geliştiren ve büyüten, çok minimal inputlarla çok net bir output (insan) yaratan bir fonksiyon.

Fonksiyon kelimesini zaten matematikteki anlamı haricinde de kullanıyoruz. "Bu aletin fonksiyonu/işlevi şudur" diye. Diyelim o alet bir yan keski olsun. O alet, bir nesnenin haricinde bir fonksiyon. yapılan iş = keski(insan gücü, kullanım doğrultusu, beceri, estetik...) daha düşünemeyeceğimiz bir sürü input'u olan bir fonksiyon. Yapılan iş için de genel range kümesi : {kablo kesme, ceviz kırma, insan parmağı kesme, boş boş kapatıp açma,...} gibi değişik olaylar olabiliyor. Bu domain ve range kümeleri hayal gücünüz doğrultusunda sonsuza yakınsayabiliyor.

İşte programlamada da fonksiyonlar ve nesne ilişkisi var. OOP kullanıyorsanız özellikle, nesnelere bir çok fonksiyon verebiliyorsunuz. Orda daha abstrakt düşünmeniz gerektiği için, aslında hayattaki gerçek örneklere ne kadar yakın bir iş yaptığınızı kestiremiyorsunuz bazen. Ama bildiğiniz bir input düşünün, mesela buton. Gerçek hayattaki bir buton'dan hiçbir farkı olmayan bir buton objesi yaratabilirsiniz Obje Yönelimli Programlamayla. Bir asansör düğmesi tasarlayan endüstri veya makina veya elektronik mühendisiyle, ihtiyacı olduğunda belli işlevleri yerine getirecek bir buton tasarlayan yazılım mühendisi arasında hiçbir fark yok. Biri fiziksel biri sanal, o kadar. Kavram aynı ama. İkisinde de bir girdi (butona basmak) var ve çıktı/çıktılar var.

Siz de düşünün, fonksiyon olmayan bir şey bulamayacaksınız. Henüz insan ırkına nail olmamış gizli boyutlarda veya belirsizliğini koruyan kuantum fiziğinde/string boyutlarında olaylar nasıl gelişiyor bilemem ama, bizim yaşadığımız makro dünyada işler fonksiyon denen olgu üzerinden yürüyor. Eğer matriks gibi hayat ve gözün gördüğü şeyler bi anda yeşil hesaplamalar üzerinde dönseydi, bunların hepsi tanımlı birer fonksiyon olurdu.

Evrende her fonksiyonun bir girdi ve çıktıya ihtiyacı var dedim. E peki bu evren nasıl başladı? İlk hareketini kim verdi? İşte input'u olmayıp output'u olan tek fonksiyon da bu. Yani şöyle : f( ) = Her Şey. Ama nasıl oldu bu? İster Big Bang diyin, ister Allah(c.c.)'nin hikmeti deyin, ama bu input'suz fonksiyon, yani "Yaratma" fonksiyonu, ortada hiçbir şey yokken koskoca evreni, hatta bu şu an üzerinde yaşadığımız input/output'lu fonksiyon sistemini yaratan nasıl bir güçtür? Şu anda her şeyin üzerine kurulduğu bu ekstrem stabil sistemi override edebilen o tek yetkili kavram ne/kim? Hehehehe en kafa karıştırıcı noktayı en sona bıraktım. Şimdi sizleri bu konsepti düşünmekle başbaşa bırakıyorum.

Baybay.

18 Eylül 2010 Cumartesi

Otomatik Biyografi (A Clockwork Biography)

Merhaba. Ben Doğukan Tunç. 07-07-1986 tarihinde akşam 10 saatlerinde acil sezaryenle Ankara Hastanesi'nde doğdum. O esnada annem Medine Tunç anaokulu öğretmeniydi. Babam ise T.C. Başbakanlık'ta görevli devlet memuruydu. Annemin doğum izni bittikten sonra işe yani okula gitmeye devam etmek zorundaydı. Bana 3 yaşıma kadar annem evde yokken 2 bina ötemizde oturan babannem baktı. ben 3 yaşlarındayken kardeşim Baran Tunç doğdu. Artık ben belli bir yaşa geldiğim için anaokuluna başladım. Annemin görev yaptığı Yıldırım Beyazıt Kız Meslek Lisesi'nin anaokulu bölümüne kayıt oldum. Bu esnada Baran'a yine babannem bakıyordu. Anaokulunda 4-5 yaşlarımdayken okuma-yazmayı söktüm. Bunda öğretmenlerimin kösteği vardır, okuma-yazmayı yamuk yumuk öğrenmesin, herkesle beraber ilkokulda öğrensin diye. Ama babam ve ailemden bazı diğer bireyler (teyzem, dayım vs.) bunu destekledi ve beni 5 yaşıma girmeden okur-yazar hale getirdiler. Onlara teşekkür ederim, çünkü skindirik sisteme olan ilk ve en gerçek karşı gelmemi yapmama yardımcı olmuşlardır.

Ben 6, kardeşim 3 yaşındayken ikimiz de anaokuluna başladık. Kardeşimle aynı anaokulunda okuduğumuz sürenin oldukça kısa olduğunu hatırlıyorum. Zaten ben 6,5 yaşlarındayken anasınıfına, ordan sonra da şahsım adına eğitim hayatımın en ama en iğrenç dönemi olan ilkokula başlayacaktım. Anaokulunu güzel bir yer olarak hatırlıyorum. Hatta ilk kez bir kızla anaokulunda öpüşmüştüm.

Hayatı tüm anlamıyla öğrenmeye başladığım ilkokul ortamım rezaletti. Çok kötü ve pis bir ilkokul olan Aydınlıkevler İ.Ö.O.'na yazıldım. Annemin öğretmen olması nedeniyle tanıdığı bazı öğretmenlere vermeye çalıştılar beni. Öyle de oldu. Sevdiğim ve saydığım bir öğretmenim olan Yurdanur Dağ'ın sınıfında 5 senemi geçirecektim. Bilgiye aç ve biraz da ukala yapımı törpüleyip disipline etmek yerine bunu hoşgören ve besleyen bir öğretmen olması, benim için iyi olmuştu. Öğrenmenin yaşı olmayacağının ve öğretmen de olsan öğrenciden -daha önemlisi çocuklardan- bir şeyler öğrenebileceğinin erdemine vakıf birisiydi. Bu nedenle ilkokul karnemde 4 bile yoktur, hepsi yıldızlı pekiyidir. Kendisini ziyarete gitmeyi çok istedim, hatta bir kere de teşebbüste bulundum ama okulda bulamamıştım. Bu konuda üzüldüğümü belirtmek isterim, şanssızlık ve imkansızlıklardan dolayı bu isteğimi gerçekleştiremedim.

İlkokul 1-2-3 boyunca okul çıkışı servise binerek eve değil, annemin yanına yani anaokuluna gidiyordum. Anaokulunda, benim durumumda olan öğrenciler için bir de gençler klübü kurulmuştu. Bu klüpte belki de hayatımın en ilginç olaylarını yaşadığımı söyleyebilirim. İlkokulun değişik seviyelerinden ve hatta ortaokuldan çocuklar burada toplanıp, yarım yamalak dünya görüşlerini birbirleriyle paylaşıyorlardı. Hayatımın 11 senesini domine eden anaokulu, annemin branş değiştirmesiyle (Ev Ekonomisi) ve evimize daha yakın olan ve pislik, kalitesizlik bakımından Aydınlıkevler İ.Ö.O. ile yarışabilecek yegane okul olan Ahiler İ.Ö.O.'na tayini çıkmasıyla hayatımdan çıkmıştı. Baran da annemle birlikte bu okulun anaokuluna getirildi.

Bu ilk 10 sene, aydınlıkevlerin tüm sokakları, tüm oyun alanları, bisiklet parkurları ve parkları benim ve kardeşimindi. Güzel bir çocukluk geçirdiğimi kesinlikle söyleyebilirim. Gece saatlerine kadar tombik (bazılarının deyimiyle "kuka") oynardık ve sıkı arkadaşlıklarımız vardı. Şimdi büyük kısmıyla görüşemesem de, kendilerini sevgiyle anıyorum. Futbol oynamayı has be has sokakta öğrenen son nesilden olmanın güzel gururunu yaşıyorum.

Aynı zamanda, bu ilk 10 senede, her bir günüm Baran'la geçti. Annem veya babamdan çok Baran'ı görüyor, onunla vakit geçiriyordum. Odalarımız aynıydı, tüm zamanımız birlikte geçiyordu. Bazen çok ciddi buhranlar geçirip kavgalar etsek de, hatta aslında zamanımızın daha büyük yüzdesi tartışma ve arbedeyle geçse de, iyi anlaşırdık. Kavgamızdan annem bunalıp bizi ayrı odalara kapattığında, bizim ağlayarak "kardeşleri ayıramazsın" dediğimizi ve annemi de trajikomik şekilde ağlattığımızı hatırlıyorum, şimdi bile komik geliyor düşününce.

Babam ise şimdiye kadar anlattığım zaman diliminde, klasik aile geçindiren evin reisi rolündeydi. Ders konusunda çok katıydı yalnız. Her sene karnemin ful 5 pekiyi geleceğini bildiği halde, benim rehavete kapılmama izin vermez, her sınav notumu sorar, tüm sonuçlarımı bilmek isterdi. 4. sınıfta dersaneye takviye almaya gönderdiler. 5. sınıfta ise hayatımın ilk yarışına, yani o zamanki adıyla Anadolu Lisesi Sınavları'na hazırlanmaya başlamıştım. Bu konuda özellikle babamın hırsını görmenizi isterdim. Bir yerde haklıydı, çünkü kazanamamamız durumunda mahallenin pislik yuvası liselerinde okumamız, belki de sigara, çeteleşme ve hatta uyuşturucu mevzu bahis olan koridorlarda sakıncalı arkadaşlıklar edinecektik. Babam bizzat o okuldan, yani evimizin yan sokağındaki İnönü Lisesi'nden çıkma olduğu için bunları biliyordu ve bizim orda okumamızı istemiyordu. Her zaman bizdeki entellektüalitenin ve zekanın farkında olduğu için, bunu değerlendirmek, boşa gitmesini engellemek istiyordu. Tabi kendi çapında gaza gelip abarttığı oluyordu ama, şu an düşününce yaptıklarının doğru olduğunu görüyorum. Zaten babamı her ne kadar ara ara yersem, sövsem de, nasıl olup da her zaman haklı çıktığını anlayamamışımdır. Her zaman... Bir insan bu kadar dikkatli ve hesaplı nasıl olabilir?

Anadolu lisesi sınavlarına gireceğim gün, annem beni ağlayarak yolladı. 11 yaşında, ve yaşıma göre daha ufak ebatlarda sevimli bir çocuktum. Böyle tek başına, garip garip sınava giderken gördüğünde duygulanmış olmalı. Altıma sarı pamuklu şortumu giydirmişti, "çişin gelirse şortun arasından çıkar, yap gitsin yere" demişti, hiç unutmuyorum. Çünkü gerçekten insan çişi gelse tutamayacak bir yaşta giriyor o sınava.

3. tercihim olan Çankaya Atatürk Anadolu Lisesi'ni (diğer ve daha sık kullanılan adıyla : Atatürk Lisesi) kazanmıştım. Hayatımın belki de en dolu 7 senesini geçireceğim yer işte burasıydı. 1886'da kurulan, eski biraz da dökük binasıyla, ilk başta güven vermemişti ama, içerisinde ne muazzam bir tarih taşıdığını ve ne cevherleri gizlediğini içine girdikten sonra gördüm. 7 sene uzun bir süre. O süre boyunca beraber olduğunuz bir sürü insan oluyor. Ama garip şekilde benim ordan bir sürü başarısız arkadaşlıklarım, hatta sonradan bağımın koptuğu dostlarım var. Neden öyle olduğunu hala bilmiyorum, çok komik şeyler bunlar. Tabi upuzun dostluklar da kazandım, hatta ömür boyu diyebileceğim. Ayrıca her zaman her yerde karşıma bir iki tane Atatürk Liseli çıkmıştır, çıkacaktır da. Hayatımda yaşadığım en büyük ayrıcalıklardandır bu okul.

Lise yılları o kadar hızlı ve eğlenceli geçti ki anlayamadım bile. Ben eğitim hayatım boyunca öyle eğlendiğimi ve okulu sevdiğimi hatırlamıyorum. Hatta şu anı hafızama kazımıştım : Beden eğitimi sonrası, Jale hocanın kimya dersindeyiz, sınıfta bir buğu var ve herkes mayışmış, ders dinlemeye çalışıyor. O anda dedim ki kendime "Doğukan lan, şu anı liseden kalıcı bir hatıra olarak fotoğrafla ve hafızanın bir köşesine mıhla". O anın tüm detayları gözümün önünde hala o nedenle. Ve lise'de sınıflar MF-TM-TS şeklinde ayrıldığındaki yeni harmanlanan sınıfta efsane dostlarımla tanıştım. Burak, Ahmet, Serhat, Hüsam, Mehmet, İzzet, Hakan. Hepsini daima neşeyle anıyorum, onlarla yaptığımız güzel manyaklıkları neşeyle yadediyorum.

Fakat derslerim ilkokuldaki kadar parlak değildi takdir edersiniz ki. Hazırlığı saymazsak. Atatürk Lisesi, Selvihan Teyze'mden sonra bana en güçlü İngilizce altyapısının verildiği yerdir. Ferda Tahmaz hocanın devasa deneyimi ve bilgisi sayesinde, zaten sevdiğim yabancı dil kavramını, daha da fazla sevmeye başladım. O sene notlarım hayli iyiydi. Sonra ortaokul kısmı başladı. Fen dersleri, matematik, 1 sene aradan sonra çok daha ağır biçimde, hem de İngilizce olarak girdi hayatıma. Derslere odaklanmaya çalışıyordum ama bir yandan da bir kaynama, bir fıkırdama vardı. Buradaki çocuklar, İlkokuldaki gibi değildi. Hepsi seçme, kaliteli insanlardı. Ben de dayanamadım ve bu muhabbet harmanına dahil oldum. Hayatın aslında dersler olmadığını lisede çok net gördüm. İlkokulda okul birincisi, öğretmenlerin gözbebeği, sürekli diğer rakiplerle yarış halinde olan bende, bir Bob Marley havası vardı. Bu salmışlık, liseye doğru daha da arttı. Lise 1'de D&D, müzik derken karnemde rekor düşük notlar (2) görüldü. Lise 2 ise benim açımdan lisedeki en sancılı seneydi. Lise 3 zaten "Bane of all Students" diyebileceğimiz, akla zarar, dimağlara ziyan bir sistemin halis mulis parçası olduğunuz bir sene. O seneyi çoktan kayıp sayıyorum zaten. Tabi yine kendi yöntemlerimce eğlenmeyi bilmişimdir ama, istediğim başarıyı da aldım sayılmaz.

Burda şöyle bir istatistiğe de yer vermek istiyorum : Lise hayatımın %100'ünü bir başarı belgesi (Takdir veya teşekkür) alarak ve %100'ünü bir dersaneye giderek geçirdim. Lise 1'de Matematik desteği için üst komşumuz Ender amcanın müdürlüğünü yaptığı bir dershaneye giderek tamamladım. Faydası oldu diyebilirim, ama çok üzüntülü ve sıkıntılı gittiğimi iyi hatırlıyorum oraya. Çünkü Lise 1'de benden başka dershaneye giden az kişi vardı.

Şu anda burdan söylemek istiyorum : Benim lise 2'de Mavi Dershane isimli eğitim kurumuna gitmemi tasarlamış, tavsiye etmiş ve onaylamış herkesi şiddet ve küfürle kınıyorum. Ben bu kadar boşa giden zaman görmedim. Sadece okul notlarıma katkısı olsun diye ÖSS'de çıkmayacak Matematik, Biyoloji konularını ezberledim. Ki hala çok taze ve net biyoloji bilgilerim olmasını bu dersaneye borçluyum. Boş boş öğrendiğim için, anlayarak öğrenmeye çalışmışım nedense.

Atatürk Lisesi'ndeki öğretim yaşamım boyunca, ailemde majör bir değişiklik olmadı. Aynı evde oturduk, annem yine Ahiler'de görev yapmaya devam etti, babam yine devlet memuru olarak işine devam etti. Baran ise Ahiler'in ortaokul kısmını bitirdikten sonra girdiği Anadolu Lisesi sınavında Yıldırım Beyazıt A.L.'ni kazandı. Yeri lojistik olarak kötü ama eğitimi fena olmayan bir okul olarak bilinir. Eğer okula giderken bıçaklanma, gasp gibi bir suça kurban gitmezseniz, başarılı bir altyapı oluşturabilirdiniz. Baran da öyle yapmaya çabaladı. Baranı her sabah babam okula bıraktı.

Babam, beni de arabayla okula bıraktı uzun bir süre boyunca. Sadece 8,9 ve 10. sınıfta kendim otobüsle gittiğimi hatırlıyorum sanki. Babamın beni bırakması hoş bir davranıştı lakin, okulun içine arabayla girerek kapıya kadar gitmesi, stadyum gibi okulun ortasında kendimi garip hissetmeme sebep olmuştur. Fakat hiçbir zaman babama "beni şurda bırak ben yürürüm" diyememişimdir. Çünkü sevdiği için yaptığını biliyordum.

Lise hayatım aynı zamanda müzikle tanıştığım zamandı. Orta 3'ü bitirdiğim yaz, anlamsız şekilde bateri çalmaya heves etmiş, Ferhat'ın yardımlarıyla da işin basic'lerini öğrenmiştim. Lise 1'de sınıftan Sertaç'ın beni bizden 2 üst sınıftaki Yahya ve Mustafa ile tanıştırmasıyla beraber, ilk grubuma girmiştim. Barış Manço, Ayna gibi grupları çaldık, ama sadece birkaç stüdyo provasından ibaretti grupla olan aktivitelerimiz. Tarifi namümkün bir haz yaşattığını da söylemem gerek.

Lisede rock ve metal ile daha haşır neşir olmaya başladıkça, bu müzik türlerini bateride icra etme hevesim artmıştı. Fakat 3 sene boyunca davulun başına oturamamıştım. Müzikte tekrar dirilmem, ÖSS sonrası Burak ve Ahmet ile stüdyoya girmemizle oldu.

Üniversite sınavında, ısrarla ODTÜ'yü, spesifik olarak da Kimya bölümünü istemiştim. Kendimi oraya çok yakıştırıyordum, özellikle de ODTÜ'lü olma fikri çok cazipti, ki herkes için cazip. Fakat nedense olmadı. Aldığım puan beklediğim kadar yüksek değildi.  Bir sene daha sınav psikolojisine girmeyi göze alamayan bünye, Hacettepe'ye razı gelmişti. Önce tercihlerde benim puanımın tutacağı civarlara bir hışımla Nükleer Enerji Müh. yazmış, sonra Burak'ın sağduyusu ve yönlendirmesiyle bu korkunç kaderden bir nebze kurtulmuş, görece mantıklı bir tercih olan İstatistik'e değiştirmiştim tercihimi. Fakat "tercih yapmamak" opsiyonunu nedense beynimde en gerilere ittirmiştim. Şu anda bu ani ve aceleci kararımdan dolayı yaşadığım pişmanlığı anlatmaya lüzum görmüyorum. Hayatımda geri dönüp baktığımda "hmm keşke..." dediğim çok çok az andan biridir, o formu doldurduğum an. 1 sene daha beklemeyi göze alsaydım... Neyse. Geçmişe bakmak şimdiye pek yarar sağlamaz.

Tercihleri yaparken bir de şu dikkatimi çekti : Ankara dışında bir okulu aklımdan bile geçirmemiştim. Neden? Çünkü zayıftım, hayatı tanımıyordum, ailemin üzerimdeki koruması çok güçlüydü, hatta gereğinden fazla güçlüydü. O zamana kadar ailemle o kadar sıkı bağlara sahiptik ki, çok sevdiğim evimden ve ailemden ayrılmak gibi bir şeyi düşünememiş, istememiş, ihtimal bile vermemiştim. Tabii sonradan o güçlü bağların zayıflayacağını, hayatla tahmin ettiğinden önce başetmek zorunda kalacağını, beklenmedik olaylarla uğraşmak zorunda kalacağını öngörmek; benim yaşım ve deneyimimdeki birinin muktedir olabileceği cinsten bir şey değil. Ayrıca erkek çocuklar için konuşmak gerekirse, anne babaya gereğinden fazla bağlı olmak, genel olarak hayata zayıflık ve güçsüzlük getirmiştir.

Okula başladım. Hacettepe'yi kazanan bir grup arkadaşımla, ki lise boyunca beraber takıldığım, aynı sırada oturduğum ve beraber müzik yaptığımız Burak'la beraberdik. Hazırlık boyunca müzikteki hamlığımızı ve çömezliğimizi hızla attık. Babamın işyerindeki lojmanlara yakın, boş bir binayı stüdyo haline getirdik, hayalim olan şeyi, bir davul setini satın aldı babam. Müzikle uğraşmamı neredeyse benden çok istiyordu babam. O sıralarda zaten hazırlıkta okuyor olduğumdan dolayı, derslerim de şahane olduğundan dolayı kimse tehlikenin farkında değildi.

Müziğe gittikçe daha çok kendimi kaptırmaya başladım. Davulcuları izliyor, bolca dinliyor, yazıyor, çiziyor, çalışıyordum. Aydınlıkevler'deki evimizden mümkün olduğunca stüdyoya yani Yenimahalle'ye çifgt vasıta gidiyor geliyordum. Lojmana taşınsak neler olabileceğini hayal edemiyordum. Senelerdir babam lojman sırasını savmıştı, bizim kendi evimiz var diye. Ama o sene, babamı ikna etmeyi başardık. Bir dahaki lojman sırasını devretmeyecekti.

Üniversite 1. sınıfın ortalarında ilk konserimizi verdik. Sonraki senelerde de Hacettepe Rock Günleri'nde çalarak, çok güzel bir hatıra edindik. Burakla aynı sahnedeydik. Ve Cihan... o efsane adam Cihan'la tanışıp kaynaşmamız bu dönemde oldu. Tanıdığım en değişik, ama en kral adamlardan, Cihan. Ömür boyu dostum olacağını bildiğim kişilerden.

Üniversite 2'de, dersleri salmaya başladım. Müzik beni çok derin etkiliyordu, bohem hayat ve bilgisayar beni kendine çekiyordu. Evde baran'la odalarımız artık ayrıydı ve o ÖSS'ye hazırlanırken ben sabahlara kadar Guitar Pro karşısındaydım veya oyun oynuyor, internette takılıyordum. Ertesi gün okula gitmemek adettendi. Sürekli okula gitmenin ne kadar zor olduğundan yakınıyor, otobüs işkencesinden bahsediyordum. Ki gerçekten efsane işkenceydi. Annem o sene emekli olmuştu ve parasını zor durumlar için saklıyordu. Fakat benim baskımla Hyundai Getz marka sıfır bir otomobil alarak beni çok sevindirdi. O araba alınıncaya kadar okula gitmeyi reddetmek gibi aptalca bir davranış karşısında çaresiz kaldı desek daha yeridir. Tabii şu an düşününce kendisi de arabanın alınmasından memnun. 4 senedir bir çok işimizi, ve annemin işini görmüş bir araçtır. Taşınma vs. olaylar annemin uzmanlık alanlarından olduğundan dolayı.

Araba alınınca okula muntazam gitmeye başladım. Bir süre için... Sonra tekrar müzikal aktiviteler nedeniyle odağım dağıldı. Sürekli stüdyodaydım. Derslerimi de ihmal etmemeye çalışıyordum bir nebze. Ama transkriptime bakınca okuldaki düşüşümün 2. sınıf ilk dönemde başlayıp (buhran dönemi) sonraki dönemde devam ettiğini görüyorum (ilk dönem ikinciye göre çok daha kötü). Aldığım derslerin nerdeyse yarısını bırakarak, Hacettepe İstatistik kabusunun başlangıcını ilan etmiştim.

Yaz okuluyla tanıştım. Ne kadar beyin yakmaya müsait bir müessese olduğunu gördüm, fakat ders geçmeyi başararak, faydalı olduğunu da anladım. 1.81 ile yani 0.01 farkla Repeat olmaktan kurtulduğum için minnet duydum. Fakat bir boka yaramadı bu kurtuluş.

O yaz, Lojmanlara taşındık, yani beklediğim olay gerçekleşti. Stüdyomuzun 100 metre uzağında oturuyorduk. 20 sene boyunca aynı evde oturmuş olmanın verdiği sıkıntıdan sonra bu değişikliğe ne kadar ihtiyacım olduğunu anladım. Çok mutluydum.

3. sınıf : benzer boşvermeler ve stüdyonun dibimde olmasıyla beraber, kendimi müziğe resmen "adadım". Annem ve babam endişeleniyor, okulu bırakıp müzikle profesyonel olarak uğraşmamdan çok korkuyorlardı. Onlara kesinlikle böyle bir amacım olmadığını söylesem de, zihnimin arkalarında bu düşünce vardı. Tüm okul hayatım boyunca derslerimi çok sıkı takip etmiş olan babam, beni çok fena sıkıştırıyordu. Bırakın okulu bırakmak, uzatmaya, hatta tek bir ders bırakmama bile tahammülü yoktu, eğitim konusunda da böyle perfeksiyonistti. Sürekli olarak okulu bırakmayacağımı, 4 senede bitireceğimin telkiniyle devasa bir hırsla müziğe kendimi vermeye devam ediyordum. Adeta gümüş çanakta sunuyordum kendimi müziğe.

Stüdyoda sabahlamalar. Birden fazla grupta çalma. Sabahlara kadar müzik çalışmak. Müzik yazma çabaları. Guitar Pro ile evlilik dönemi. Çok büyük hırsla stick control, rudiment çalışmaları. Her gün okuldan gelir gelmez bilgisayarı kucaklayıp stüdyoya gitmek, gece 12 de dönmek.

Bu sene, benim için çok değişik bir seneydi. Kendimi garip şekilde toplumla içiçe, ama bir o kadar da herkesten uzak ve yalnız hissediyordum. Bu dönemde o stüdyo, benim için bir tapınak oldu. Tam anlamıyla.

Orada tek başıma çok uzun süreler boyunca duruyordum. Tabii her zaman müzik çalışamıyordum, buna gücüm elvermiyordu. Bazen de, düşünüyordum. Sadece düşünürdüm orda. İlginçtir, inançlarımı, güçlü ve zayıf yanlarımı, ne yapmak istediğimi, üzüntülerimi ve sevinçlerimi. Kendim, insanlar, dünya, evren, tanrı. Bunların hepsinin aslında tek bir kavram olduğunu keşfettiğim yer, hiç bir kaynaktan okumaksızın, kendi kendime Chi (Qi) kavramını düşünerek bulduğum yer, inancımı ve insan olarak asıl gücümü tekrar irdelediğim yer, savaş sanatlarına aslında ne kadar yatkın olduğumu ve savaş sanatlarını kesinlikle usturupluca öğrenmek istediğimi anladığım yer, kısacası ufak çapta bir aydınlık yaşadığım yer, bu stüdyoydu. Yani orası benim hayatımı şekillendiren, hayatımda bir kırılma noktası yaratan bir yer aslında. Wisdom +5 aldım orda kapalı kaldığım süre içinde.

Burak, Cihan ve ben, bu anlattığım süre esnasında burda çok fantastik çalışmalar yaptık. Müziği bu kadar seven ve müzikle hayat bulan benim gibi 2 adamla müzik yaptığım için çok mutluydum. Müziği her türüyle seven, her şeyiyle öğrenmek isteyen kişilerdik. Sonra grup kurmaya karar verdik. Uzun uğraşlar ve değişik denemelerden sonra Qi'yi (ismini ben teklif etmiştim) kurduk. Nihai kadrosu İpek ve Kıvanç eklenmiş haliyle, Qi aslında bir Super-Band'di diyebilirim. Her biri alanında değişik fantastik yeteneklere sahip olan adamlar vardı enstrümanlarının başında. Bu konuda mütevazi olmak istemiyorum, Qi eğer daha geniş zamana ve daha bol kaynaklara sahip olsaydı efsane işlere imza atabilecek bir gruptu. Hala da öyle. İpek'in ÖSS maratonu ve Burak'ın askerliği ile başlayan biraraya gelememe periyodunun bir gün sona ermesini çok isterim.


Ardından, bir kaç yıl sürecek kaos dönemi. Sonuçları şimdiye kadar uzanan ve henüz bitmiş olmayan şerler içeren, 22 yıl boyunca ev, aile, sadakat, birlik kavramlarıyla büyüdükten sonra, annemin babamdan boşanmasıyla (sebebi çok göreceli ve değişik, bilinmesine gerek yok) sürüncemeli bir döneme girdik. Açıkçası lojmanlarda çok ama çok rahattım. Bu olay bende üzerine buz gibi soğuk su çarpılmış etkisi yarattı. Varolan düzenimin değişmesi, bana çok zor gelen bir şey. Kaldı ki bunun negatif bir nedenle olması ve mental olarak hiç hazır olmadığım, beklemediğim bir anda gelmesi, aklımı çok büyük baskıya maruz bıraktı. Yenimahalle lojmanlarında kalma süresi : 1 yıl.

O yaz, Çayyolu'na taşındık. Annem, ben ve Baran. Baran, annem bu kararı verdiğinde yenimahalle'deki evde ÖSS'ye hazırlanıyordu, 2. kez. İlk senesinde tercihlerini tutturamamış, bu sene daha sıkı hazırlanmıştı. Baran sınava girdi çıktı, Çayyolu'ndaki eve yerleştik. Ben yaz okuluna gidiyordum ordan. Çayyolu'nu oldum olası sevmişimdir. Nezih, temiz bir yer, her ne kadar uzak olsa da. Ama benim okuluma uzak değildi, o nedenle Win-Win.

Sonra Baran'ın sonuçlarını aldık, Çayyolundaki evimizin mutfağında. ODTÜ Metalürji Müh.'ni kazanmıştı. Benim yapamadığımı yapmış ve bir senesini gözden çıkararak 4-5 senelik güzel bir eğitim hayatını kazanmıştı.

Çayyolu'ndaki evde çok kötü anılarım da var. Ama o evi seviyordum. Sonra kış yaklaşırken ısınmanın ne kadar büyük sıkıntı olacağını idrak eden annem (eve taşınırken nedense gözden kaçan 'ufak' bir detay) tekrar taşınmayı gündeme getirmişti. Çayyolu Türkkonut'ta oturma süresi : 3 ay. Sonraki durak : Eryaman 5. etap.

Eryaman, daha değişikti. Taşınma işlerine babam da yardım etmeye gelmişti. Biraz ötede dayım, yan binada da teyzem oturuyordu. Ev fena değildi. Geniş ve sıcaktı. Okullar açılmıştı. Araba bendeydi ve okula her gün efsane mesafeler gidip geliyordum. Sonra uzun süredir bastırdığım Savaş Sanatları arzumu dile getirdim bizimkilere. Öncelikle yalan yok, halis Shaolin Kung-Fu'yu araştırdım. Ankara'daki tek hoca olan Serkan Geylaner, büyük bir ücret talep edince, gidemedim. Arkadaşlarıma danıştığımda halihazırda Aikido'ya devam ettiğini bildiğim Murat Tolga Ertürk, beni Aikido'da karar kıldırdı. Görece cazip fiyatı olan fakat yine de bütçede bir ağırlık getirecek olan Aikido'ya yazılmak için annemle anlaşma yaparak araba lüksünden vazgeçerek otobüsle gitmeyi kabul ettim okula. Fakat öyle garip ki, durak eve 500 metre kadar uzakta olmasına rağmen ve her gün orayı en az 4 kere yürümeme rağmen, hiç şikayet etmedim. Hayatımda hiç bu kadar dinç ve güçlü hissetmemiştim. Sonunda gerçek bir savaş sanatına, felsefesiyle, pratiğiyle ve inancıyla kendimi adamanın faydalarını görmeye başlamıştım. Sabah 6 da kalkıp çivi gibi havada pencereyi açıp meditasyon yapıyordum. Vücudumun gerçek gücünü ortaya çıkarmak için Qi'mi enhanse ediyordum. Bunlar alelade insanlara saçma gelebilir ama bana akıl almaz bir kuvvet ve yaşama bağlanma sunuyordu. Müzik aktivitelerine de hız kesmeden devam etmeye çalışıyordum. Beste yapıyor, stüdyoya gidiyor, çalışıyorduk. Okulda da görece başarılıydım ve toparlamaya başlamıştım. Okul 1 sene uzamıştı çoktan, ama zararın neresinden dönülse kârdır mantığıyla, devam ettim asılmaya. Her şey çok iyiydi.

Ta ki Eryaman'daki evden de çıkmamız gerekene kadar... Yerleşik hayata ve düzene bu kadar bağlı bir insan olan bana, hayat çok acımasız davranıyordu. Tam ısınmaya başladığım, tam sevmeye başladığım anda, annem Aydınlıkevler'deki eve tekrar taşınmak istedi. Orası biz lojmana geldikten sonra kiradaydı. Sonra kiracıyla bir husumet oldu, annem de oraya taşınmak için kiracılara çıkmalarını söyledi. Nedenini bilmiyorum.

Ben dayanamadım. Babamın yanına döndüm, yeniden lojmana. Stüdyomun yanına.

O sırada lojmanda babam ve babannem vardı. Ben odalardan birine eşyalarımı yarım yamalak koydum. Artık taşınmaktan ve düzen kurmaktan yorulmuştum zira.

Lojman yine aynı rahatlığı ve sıcaklığı sundu o kışın sonundan bahara kadar bana. Ama aklım hep annemdeydi. Aydınlıkevler'deki evde Baran ve annem kalıyordu. Neden böyle olmuştuk? 22 yıldan sonra niye böyle bölünmüştük?

Ve 2. kez büyük ama bu sefer gerçek ve ağır bir psikolojik buhran dönemine girdim. 4. sınıfın 2. dönemi. İlk F2'yi verdiğim dönemdir (Finale girmedi). Kendimi yarınlar yokmuşçasına müziğe verip, 3 farklı grup, 2 farklı projede çaldığım, bir yandan da kişisel müzik gelişimim için kendimi parçaladığım, bunaltı dolu dönemlerdi. Çok ciddi Insomnia yaşadım. Psikoloğa gittim, yeşil reçeteli ilaç yazdı. Mirtaron. Onu alıp saatler boyu aptal aptal uyuduğumu hatırlıyorum (14 saat). Gelecek göremiyordum. Sadece uyuyordum. Uyanıp bilgisayarın başına oturuyordum. Yiyor, içiyor, sıçıyor ve robot gibi müzik yapıyordum, hayatım bundan ibaret olmuştu. Soğuk Mart ayları soğuk ve boğuktu. Mutluluk veya herhangi bir duygu yoktu. Zaten Aikido'yu da bırakmak zorunda kalmıştım, sözde mali nedenlerden dolayı. Zaman sıkıntısı ve bedensel yorgunluk da nedenler arasındaydı. Belki de dişimi sıkıp gitsem beni ayakta tutabilirdi, ruh katabilirdi o. Onun yerine sabahlara kadar DotA oynadım. Bağırarak küfür ede ede oynadım. Evde beni asla üzmeyen ve kötü bir söz söylemeyen babannem ve artık kendisi de bazı psikolojik sıkıntılarla uğraştığını anladığım babamlaydım. Kimse bana "höt" demiyordu. Finallere girmiyordum, ama bir şey diyemiyordu kimse. Çünkü o kadar atarlıydım ki, bir laf söyleyen, yanımdan koşarak kaçıyordu. O kadar serbest ve vurdumduymaz hissettiğim olmadı hayatımda. Asi, sinirli, sorunlu ve sıkıntılıydım. Üzgündüm. Yalnızdım. Arada annemin evine gidiyor, onun kötü durumunu, benden ayrı kalmasını ve ekonomik sıkıntılarını gördükçe de üzülüyordum. Kardeşimden de ayrıydım. Arkadaşlarımla müzik münasebeti dışında görüşmüyordum. Bölümdeki insanlar yüzümü unutmuştur diye tahmin ediyordum. Derslerimin hepsinden kalmıştım. Beni seven ve anlayan, dünyadaki tüm dayanak noktaların yokolduğunda dönüp yardım isteyebileceğim bir kız arkadaşım yoktu. Henüz o zamanlarda. Belki de daha erken tanışmış olsaydım onunla... Ama her işin olma şeklinde kendine has bir hayır vardır diye inanıyorum.

Bütün bu ağır sorunlarla uğraşırken, beni tek ama tek ayakta tutan şey, tamamen sıyırıp bölümde hoca falan dövmeme engel olan şey, tabii ki müzikti. Stüdyomdu, çok sevdiğim baterimdi. Ama hayat sanki gerçekten tüm destek ve dayanak noktalarımı elimin ayağımın altından çekmek ister gibiydi.

Stüdyoya el koydular. Bir takım orospu çocukları, kendilerine AK adını veren ama aslında BOK rengi olan bayraklarıyla, daha "kutsal" amaçlara hizmet etmesi için, stüdyoyu boşaltıp yerine kuran kursu yaptılar. Ben o güne kadar herhangi bir siyasi görüşe sahip olmamış, bu adamların da neden bu kadar tepki topladığını anlamamıştım. Stüdyom, daha önemlisi mabedim, tapınağım elimden alınınca, kendimi ortada kalmış ve boş hissettim. Lojmanda oturmanın bir anlamı kalmamış gibi hissettim. İşte o gün ben, çok kızdım. Ve hala çok kızgınım. Ortalık yerde pek söylemem ama, inanılmaz kızgınım, onlara ve onlara destek verenlere. Çok açık söylüyorum, yarın bir gün eğer karşı karşıya gelmek zorunda kalırsam bu cahil orospu çocukları ve dürzülerle, 10 kişinin gücüyle savaşacağım. Ne alanda olursa olsun. Ve onlara destek veren kişi, babam dahi olsa tanımam. Kusura bakmayın ama bu böyle. Eğer bu kişilere hala oy veririm diyorsanız, bu referandumda EVET deyidyseniz, sizin a*ınıza koyiyim ben, çok afedersiniz. Bilgi, eğitim, IQ ve insanlık düzeyiniz, cehaletiniz konusunda kendinizi yargılamanız, titreyip kendinize gelmeniz gerek bir an önce.

Beynim uyuşmuştu. Yapacak bir şey düşünemiyordum. Zaten dersler patlamıştı, bu olaylar silsilesinden sonra da hiç bir sınava gitmedim. F2 doluydu transkriptim ilk defa. İlkokul'da 5 pekiyilerle dolu karnem, şimdi 1 bile değil, 0 larla doluydu. Müzikle alakamı kestim. Birden değil. Bir süre daha idare etmeye çalıştım. Fakat olmuyordu. Bu kadar ağır darbeler yemişken vücut olarak davul çalıyor olsam da mental olarak müzik yapıyor değildim. Bu da benim kalemimde müzikten keyif almamaktır, ki bu da müzik değildir. Ben müziği hiçbir zaman teknik, artistik, estetik veya iş kolu olarak göremedim. Müziği iş olarak yapanların, bunun ne kadar kötü bir şey olduğunu anlatmasıyla ve bunu yarı yarıya yaşayıp görerek deneyimledim. Onlarca müzik aktivitesinde bulundum ve her birini keyif aldığım için yaptım. Para için yaptığım müzikten ise hiç bir bok anlamadım. Bitse de gitsek hissi, alacağın paranın hevesi, müzik keyfinin önüne geçti. Tabi herhangi bir şey yaparak para kazanmaktansa müzik yaparak kazanmak yeğ tutulabilir ama, keyif veren bir şeyi iş koluna dönüştürmek, hoş değil gibi geldi bana. Sonunda doğrusunun bu olduğuna tamamen kanaat getirmiş durumdayım. Aksini düşünenler olabilir ama benim nihai düşüncem bu.

Neyse, aldığım ilaçların da etkisiyle, beynim süngere dönmüştü. Jesus Christ Superstar'dan sonra müziğe kesin bir ara vermeyi planladım. Murat Esmer ve grubundan özür dileyerek çıktım. Zira çalışmaya 1,5 saat geç kalarak (15. saatimi uyurken Mertcan'ın aramasıyla, hatta beni değil Baran'ı arayıp "abini uyandır" demesiyle uyandım) artık mental olarak müzik yapamayacağımı kesin olarak anlamıştım.

Bir gün annemin evindeyken tüm bu sıkıntılar bir anda boğazıma gelip düğümlendiğinde dayanamadım, sinirlerim boşaldı, hönküre hönküre ağladım. Yalnız olduğumu, üzülmüyo gibi, umursamazmış gibi dursam da en çok benim üzüldüğümü anlattım. Dışardan o kadar hislerini belli etmeyen biri olduğuma inanamadı, kendi annem. Her şeyi içerde yaşadığımı beni tanıyanlar az çok bilir. Ama ekstrem noktadaki duygular bir süre için donuk bir surat ifadesi altında saklanabilse de, bir yerde en ufak şeye verilen aşırı tepkiyle kendini gösterir.
Bu olay da ayrı bir rahatlama ve bir takım olayları beraberinde getirdi. Bizimkiler tekrar barışmayı, aynı eve taşınmayı zaten düşünüyorlardı, bizim üzülmemiz ve ekonomik sıkıntıların başgöstermesi nedeniyle ciddi düşünmeye başladılar. Bir yaz günü, annem tekrar lojmana döndü.

Her şey eskisi gibi olmasa da, beraber olmayı özlediğimi farkettim. Tek ev, tek yer, kafada tek odak olması hoştu.

O yazın keyfini çıkardım. Tatile gittim, geberene kadar bilgisayar oynadım (Fallout 3'ü 5 kere bitirdim), arkadaşlarımla zaman geçirdim. Müzikten olabildiğince uzak durdum bir süre. Onun yerine gezdim tozdum yeni yerler gördüm, dinlendim ve kafamı güzel dinledim. Uzun süreden sonra tekrar mutluydum. Endişelerimin bir nebze temizlenmesiyle beraber geleceğe bakmaya çalışmaya gayret ettim. Bölümden bana hayır gelmeyeceği belliydi. Bu nedenle kendime farklı bir amaç belirlemeliydim.

Okulda dönem başlamasına yakın, çok keskin bir yol ayrımına gelmiştim. 3 seçeneğim vardı.

Birincisi, efendi gibi okulu bitirip, diplomayı ele aldıktan sonra çözüm üretmeye çalışmaktı. Ki hiç işime gelmeyen, içime sinmeyen bir yoldu bu. İstatistikle ilgili bir iş yapmak istemediğimi kendim biliyordum.

İkincisi, kafamın bir tarafında her zaman bulunmuş olan müzikle profesyonel olarak uğraşmaktı. Ama az önce anlattıklarımdan sonra bunu opsiyon dahilinde görmeyeceğimi anlamışsınızdır.

Üçüncüsü, farklı bir çıkış yolu. Mutlaka olmalıydı bu yol. Yıllardır istatistikçi olmak ve müzisyen olmak arasında gidip gelen kariyer seçimleri yapıyordum. Peki ya bir "B planı" varsa? Görüşümü kısıtlayan şeyleri elimine ettim. Müzik. Hayatımda dominant olarak müzik olmadan yaşayabilir miyim? Sanırsam. Yeteneklerimi %0 raddesine getirmediğim sürece müzik yapabilir, keyif alabilir, hatta ara ara konserlerde vesaire çalabilirdim.

Bu B planı'nı keşfetmek için biraz zaman tanıdım kendime. Sonra okullar açıldı. Okula gidip gelirken bir yandan da gerçekten istatistiği sevmediğimi anladım. Ben bir şeyler yaratmak, yapmak, üretmek ve yaratıcılığımı kullanmak istediğim bir iş istiyordum. Zaten hakkındaki her teori 100 yıl önceden bulunup ortaya konan ve günümüzde fizik gibi, yeni boyutlara açılmakta zorlanan bir bilim dalında, yaratıcılığa neredeyse yer yoktu. Bir gün İstatistiksel Yazılım dersinde, "yazılım" kelimesi bir ışık yaktı kafamda. Yıllardır veritabanı işletimi ve yönetimiyle ilgim vardı. Veritabanı, bilgi, derleme, sıralama, düzenleme işleri, istatistiğin sevdiğim tek yanıydı. E programlama ile ilgili de bir afinitem ve minör çalışmalarım vardı. O zaman neden yazılım sektörüne adım atmıyordum?

Hemen, o anda kararımı verdim ve beklemeye mahal bırakmadım. Daha o derste, laboratuardan yazılım eğitimlerini araştırdım ve beklendiği gibi sonu Bilge Adam'a geldi. Online form doldurup randevu aldım ve görüşmeye gittim. Ailemin bu konudaki bilgisizliğini bildiğim için senede imza attım.

İlk tepkileri şiddetli olsa da, direndim. Üzerimdeki otorite ve etkide ciddi bir azalma olduğunu bildiğimden bir süre sonra dirençlerini öyle veya böyle kırdım. Annem bu konuda daha mantıklı çıktı. Babam daha garantici olduğundan önce okulumu bitirmem taraftarıydı. Ama ben geleceğe bakmama gibi bir huy edinmiştim. O an ne gerekiyorsa onu yapma felsefesini, diğer bir deyişle (tam anlamıyla olmamakla beraber) Carpe Diem anlayışını benimsemiştim.

O esnada okulun 1. dönemi biterken müziksel aktivitelerle tekrar barışmaya başladım. Evil Dead the Musical adlı eserde orkestra sorumlusu ve davulcu olmayı kabul ederek, okulun ilk döneminden 2 dersi yakmak pahasına, hayatımın belki de en süper kararını verdiğimi anladım. 7 harika gösteri, istanbul'da 8. bir gösteri, ama en önemlisi, harika bir kız, Özge Aktukan'la tanışmama vesile olan organizasyon, müziği daha hafif olmakla beraber tekrar benimsememi sağladı. Eski hırsım ve hevesim olmasa da, müzikal altyapımı ve deneyimimi kullanabildiğim sürece sıkıntı duymuyordum. Ve yeni şeyler öğrenmenin keyfi her zaman bambaşka. Bölümdeki 5. senemde, yani uzatmalı ilk senemde, 1. dönem hafif sıyrıklarla atlatılmıştı. Umut vardı.

2. dönemin başında kurs başladı. Okulla beraber zor olacağını biliyordum. Fakat o kadar sevinçli ve inançlıydım ki, adeta bir çıkış kapısı bulmuş gibiydim. Çok seviyordum, kod yazmayı, analitik düşünmeyi ve ortaya bir şeyler çıkarmayı. İstatistik ve matematiksel bilgimin de yardımları oluyordu yazılım konusunda. Direkt olarak içinde olunca istatistiği sevmesem de, ne kadar değerli bir dal olduğunun farkındayım.

Kurs dolu dizgin giderken ve müzik aktiviteleri de hızını almaya başlamışken (Sweeney Todd, ODTÜ Kapanış Konseri) okul yine arka plana itildi. Ama bu sefer suçlu hissetmiyordum. Hayatım şekillenmeye başlayacak gibiydi ve taptaze, güçlü bir heves içindeydim.

Sweeney Todd'dan sonra, 5 arkadaş eve çıkma fikri atıldı ortaya. O zamanlar "heheh.. güzel fikir ama ütopya" diyebildiğim şey. Bulutay Güneş, Barış Çakmakçı, Kıvanç Tos, Bahadır Arslan, Doğukan Tunç. Eve çıkılabilecek daha manyak bir 5'li düşünülemez. Ama şu anda O evin, Nerdhouse'un 2. katındaki odamda yazıyorum bunu.

Eve çıkmamı çok destekledi ailem, hatta beklemediğim kadar. Bu beni heyecanlandırdı. Sanırsam bunu tatmamı istediler, ayrıca mutlu olacağımı bildikleri ve kendi kararlarımı vermeye olan hevesimi farkettikleri için, bunun bana faydalı olacağını düşündüler. Bu konuda onlara sonsuz minnet duyuyorum ve "aferin" diyorum. Geçirdikleri zor zamanlarda ve çocuklarıyla olan iletişimlerinde ebeveynlik konusunda yeni şeyler öğrenmişler. Ve bunları bizden, benden öğrendiler. Manipüle ederek değil, yardımcı olarak öğretmek istedim, kendi fikirlerimi anlattım onlara. İkisine de mantıklı gelen yanları olmuş demek ki, kararlarıma daha olumlu yaklaşabildiler.

Okul sallanmıştı sallanmasına, hiç bir finale girmemiştim ama, hayat o kadar güzel ve doludizgin gidiyordu ki, pek umrumda değildi. Önceleri okuldaki dersleri sallayınca çok suçlu hissederdim. Bunun nedeninin kendim değil ailem olduğunu o an anladım. Ailemin beni serbes bıraktığını anlamıştım, hayatımda ilk defa kendimle ilgili kendi kararlarımı verdiğimi hissediyordum. O nedenle şu an bana daha önemli gelen şeyleri ön plana koymak istediğim için, öyle yapıyordum. Ekonomik özgürlük, tek elimde olmayan şeydi. Ama yazılım konusundaki hırsım, sevgim ve yeteneğim gözönünde bulundurulursa, onu da elde etmem uzun sürmeyecek gibi geliyordu bana. Sonrası zaten kolaydı.

Eve taşındım. Ailemin geri kalanı yenimahalle'deydi. Fakat huzursuzluklar olduğu haberini alıyordum. Artık aile sorunlarına doymuş olan beynim, bunları reddetmek istiyordu ama sağduyum görmezden gelemiyordu. Annem mutsuzdu. Özellikle ben evden çıkınca. O da gitmek istiyordu. Sorunları aşamamış olsalar gerek ki, böyle bir şey diyordu. Yoksa eşinden 2. kez ayrılmak, akıl mantık dahilinde bir şey değil. Çocuk oyuncağı da değil.

O bana destek verdi, ben de ona mantık aşılamaya çalıştım. O bana anlattı, derdini anladım. O nedenle elimden geldiğince destek olmaktan başka çarem kalmadı. İsterdim ki beraber 3'ü mutlu olabilsin. Ama olmadı. Annem babamla birleşip lojmana geldikten 1 sene sonra tekrar, bu sefer Maltepe'ye taşındı. Emekli olduktan sonra çalışmaya devam ettiği özel rehabilitasyon ve eğitim kurumuna yakın bir yere. Şu an hala orda çalışıyor ve evinde mutlu. Baran'la beraber oturuyorlar.

Baran, lojmanda kaldığı süre içinde IT dalında çalıştı ve evden web sitesi tasarlayarak bir miktar para kazandı. Ailenin taşınma/misc. borçları nedeniyle ve benim kurs masrafımla sarsılmış olan bütçeye faydalı kazançlardı bunlar. Fakat bu esnada okulunu ihmal etti ve bazı derslerden kaldı. Ona bu dönemde yardımcı olamadı kimse.

Yazın annemle maltepe'ye taşındıktan sonra eve yerleştiler. Baran yaz okuluna gitti, ama repeat olmaktan kurtulamadı. Şu an 1. sınıfı tekrar okuyacak. Ama bence onunki başarısızlık değil, başarıydı. Kendi kararlarını verdi ve elinden geleni yaptı.

Babam, lojmanda kalıyor. Evde yalnız. Kafa dinliyor. Şu sıralar babannem oldukça hasta. Onun yanında, hastanede duruyor.

Ben ise çok değişiğim. Bir kere çok ama çok mutluyum son bir kaç aydır. İnanılmaz bir boğulmadan kurtulup, nefes almış gibiyim. Nankörlük gibi olmasın ama, burdaki boğma faktörü aile. Seni o kadar çok sevip kolluyolar ki, bir süre sonra zarar verecek raddeye ulaşıyor. Çocuğun kendi savunma ve karar mekanizmalarını öldürüyorlar. Bu da bir yaştan sonra ancak baskıyla olabiliyor. Çocuk baskıdan kurtulduğunda yeniden dünyaya gelmiş gibi oluyor.

Şu an ne istersem onu yapıyorum. Kurs biter bitmez iş aramaya başladım. Buldum da. 1-2 ay çalıştım, para kazandım. Deneyim kazandım. Ailemle ilişkilerim hiç olmadığı kadar iyi. Evimizde çok mutluyuz. 3+1 katlı bir Nerd Suite. Bodrumu stüdyo. Müzik, bilgisayar, oyun, muhabbet, geyik, şamata, dayak, entrika, aşk... HER ŞEY BURADA.

Benim evim burası. Çok büyük bir sıkıntı yaşamadığım sürece de öyle kalacak. Burda, bu 4 adamla aynı evde olmaktan dolayı çok şanslı hissediyorum kendimi.

Kursun son haftaları, yazılımdan daha çok Özge ile ilgilenerek geçti. Bir şeyler vardı onda, Evil Dead'de tanıştığım zamandan beri anlayamadığım. Sıradışı bir zeka, zaten dışardan görülebilen kısmı. Ama onu tanımaya, onu anlamaya çalışmaya kanalize ettim zamanımı. Çünkü o da beni tanımaya çalışıyordu. Birbirini çok merak eden, anlamaya ve keşfetmeye çalışan, bunu da güzel güzel, tatlı tatlı zamana yayarak yapan bir çifttik. Onu tanıdıkça daha fazla sevdim, o beni çok sevdikçe ben de onu çok sevdim. Beni çok mutlu ediyor, bana en kötü davrandığı zaman bile -ki kötü davranabilme yetenekleri baya başarısız- beni mutlu edebiliyor. Ben de yıllardır saklı tuttuğum ve kimseye sunmadığım, birikmiş dev sevgi rezervimi ona tahsis ettim. Ben "çok sevmeyi" seven bir insanım, Yengeç burcuyum. Onu çok mutlu etmek, onu bir an olsun üzgün görmemek istiyorum. Tabii o da ben de hayatlarımızda sıkıntılar ve zor dönemler geçiriyoruz. Ama işte bu dönemleri atlatabilmenin en güzel yolu, omzunu, başını yaslayabileceğin, birbirine destek olabileceğin bir sevgilin olması. Yukarda dediğim gibi, o buhran dönemlerimde böyle tatlı, böyle akıllı, böyle nazik ve sevgi dolu bir kız olsa, Özge olsa yanımda, çok daha hafif atlatırdım. Ama her şey böyle güzel, her olayın altında daha güzel bir şeye giden bir olaylar zinciri var. Benim inancım artık böyle. Kötü şans veya güçlük diye bir şey yok.

Neyse, Bilge Adam'dan "Üstün Başarı" ile mezun oldum, ileri eğitim hakkı kazandım falan. Yani yazılım sektörüne resmi olarak girmiş bulunuyorum. Bir bilgi teknolojileri firmasında bir süre için çalıştım ve bir miktar deneyim elde ettim. Ama okulum başladığı için bıraktım, çünkü okul bu sene önemli. Artık önemli. Çünkü kafamdaki engel olarak düşündüğüm şeylerin kalktığını gördüm. Çalışabildiğimi, iş bulabildiğimi gördüm. Para kazandım. Bunlar beni güçlü kıldı. Artık sırada... Eh bi zahmet, okul var. :)

Okulum açılmak üzere. Son senem olması ümidi, hevesi ve gayreti içindeyim. Çalışma hayatını gördüm, şartları gördüm. Kararlarımı verebiliyorum, ve okulumu bitirmek istiyorum. Gerçekten "ben" istiyorum bu sefer, ailem veya başka birisi için yapmıyorum bunu.


Müzik aktivitelerine tekrar bir "dur" dedim. Bu sene büyük konuşmayım ama 200.000 kişilik stadyum konseri de var deseler, yokum. Çünkü o piç konser, gidip laaak diye final haftasının ortasına gelecek eşşek s*ki kadar takvim dururken. Neyse. Demem o ki, Dream Theater'dan davulculuk teklifi almadığım sürece bu işlere ara veriyorum bu sene.

Taşındıktan bir kaç ay sonra, eve çıkmakla ne kadar iyi ettiğimi, ne kadar hayata döndüğümü, ev işleridir tadilattır tüm sorumlulukları nasıl sırtlanmayı başardığımı görünce, hem annem hem babam "ne iyi ettin de eve çıktın" dediler. Hele babam, hayatım boyunca yaptığım en iyi şey olduğunu söylüyor. (Ama bunu da kendi başarısı olarak görüyor, sanki eve çıkma fikrini o sunmuş gibi :P)

Uyku düzenim, işten yeni çıkmış olduğum için kayık, ama çalıştığım süre boyunca 4-5 kilo almıştım düzenli uyku ve beslenme, sürekli bilgisayar başı iş nedeniyle. Formül net.

Bayram tatili çok muhteşemdi. Annanemin harika yemekleri, akraba eş dost görüşmesi. Özge ile Eskişehir'e yaptığımız rüya gibi gezi. (Duyan 5 yıldızlı otelde tatil yaptık sanar ama, Ankara'dan ve stres kaynaklarından azıcık da olsa uzaklaşmak, birbirimizi doyasıya görmek, değişik yerlerde bulunmak o kadar farklı ve güzel bir olay ki. İnşallah ilerde öbürküsü de olur.)

Para yönetiminin zor olduğunu, paranın çok zor kazanıldığını ve çok kolay harcanabildiğini gördüm. Ama harcanan paraya hiç üzülmüyorum. 2 ton param olsa 1 günde harcar ve dönüp vah tüh demem bile.

Dün ordövr (yazamadım şimdi fransızcasını) konseri vardı. İzlemeye gitmedim. Çok mayışıktım + şarkıları yeterince dinledim, çünkü prova yeri bizim evdi. Bi de çok aşırı sosyalleşme evresi sonrası asosyallik ihtiyacım gelmişti, biraz evde tek takılmanın (koca ev) keyfine vardım. Alışverişe gittim bisikletle, yemek yaptım, oyun oynadım bütün gün. Güzeldi.

Bu akşam da yemek yaptım; soğanlı, sosisli, salça soslu, peynirli makarna. Baya güzel oldu, Cooking'ime + gelmiş olabilir.

Blog sayfama yazı yazdım. Bu da geçmişte kaldığına göre, biyografiye girebilir, yazayım buraya.

Herkese iyi günler, mutlu ve ne istediğini bilen hayatlar.

18 Eylül 2010
06:10 A.M.

18 Temmuz 2010 Pazar

Ulaştırma Bakanlığı...

Binali Yıldırım (Yıldo) ve çetesi.

Türkiyenin internetine dadandınız, DNS lere el attınız yetmedi IP blokladınız google denen kutsal firmanın hizmetlerinin ülkeye girişini yavaşlattınız / engellediniz, misal şu sayfa google analytics 'i blokladığınızdan 20 saatte açıldı.

Engellenen sitelere her geçen gün yenisi eklenirken, diyanete de site engelleme yetkisi verildiğini öğrenmem bu yazıyı yazmama vesile olacak bardağı taşıran son damla olsle.

Madem o kadar atarlısın Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım (tam adını yazıyom ki aratınca bulsun bu yazdıklarımı okusun) bu sayfayı da engelle. Hatta gel beni tutuklat hakkında söylemlerde bulunuyorum diye. Ama şunu iyi bil :

"Bak Binali bey, sana iki çift lafım var. Koskoca bakansın. paran var, pulun var, her şeyin var.binlerce kişi çalışıyor emrinde.yakışır mı sana internet hakkımızla oynamak. yakışır mı bunca günahsızı, çoluğu çocuğu ktunnel'a, makat'a muhtaç bırakmak, yutubsuz bırakmak. ama nasıl yakışmaz. sen değil misin kendi gugılına bile acımayan, bir damlacık translate'i çok gören. anlamıyor musun beyim, bu çocuklar sansürsüz interneti seviyor. ama ben boşuna konuşuyorum. interneti tanımayan adama interneti anlatmaya çalışıyorum. hıh. sen büyük bakan, milyarder, makam otolu, kabinede söz sahibi Binali bey. sen mi büyüksün. hayır BEN büyüğüm, BEN, Doğukan usta. sen benim yanımda bir hiçsin, anlıyor musun, bir hiç. gözümde xhamster kadar bile değerin yok. ama şunu iyi bil, ne internetime ne de erişim hakkıma hiç birşey yapamayacaksın. yıkamayacaksın, engelleyemeyeceksin, mağlup edemeyeceksin bizi. çünkü biz birbirimize DNS'le değil, Local Area Network'le, P2P ile bağlıyız. bizler birbirimizle 1 TB hard disk paylaşıyoruz. biz bir sunucuyuz. biz güzel bir paylaşım sitesi gibiyiz. bunu yıkmaya senin gücün yeter mi sanıyorsun. dokunma artık internetime. dokunma Google'ıma. dokunma Youjizz'ime. dokunma IP'me. eğer gelecek Türkiyesinde onların bir tanesine bile erişilemezse ben, ömründe eğlencelik malware bile yazmamış ben... Doğukan usta (Developer), hiç düşünmeden yazar salarım virüsü bilgisayarına... anlıyor musun. Tüm hard disklerini yakarım, ve dönüp arkama bakmam bile."

(bu eşsiz tiradın orjinali için : http://www.eksisozluk.com/show.asp?id=531649)

"Binali, bu ülkede ki internete yapılanların hepsini biliyorum ve sen, haksızsın ibne. Seni kınıyorum ve sana laflar hazırladım."

İnterneti bloklayan
Senin o minicik kafan
Sözümün üstüne söz koyan
Ya orospu çocuğu ya piçdir. (orjinali için bkz :http://www.eksisozluk.com/show.asp?id=1944111)


@2 adam haklı beyler
@3 binali bence haddini aştı katılıyorum size piçler.
o zaman caps'ları görelim beyler
hemen geliyor : http://images.habervitrini.com/haber_resim/binali_yildirim_00.jpg
sübhanallah ibretlik bir paylaşım kardeşim +rep
@5 gerçekten tipinde meymenet yok adeta ufak, mini minnacık tatlı bir kevaşe gibi ama bıyıklısından
@8 öğk midem bulandı allah belanı versin
cCc üşüyoruz reis cCc


beyoglumahkemesi : www.atsizcilar.com sitesine erişim mahkeme kararıyla engellenmiştir.
gokyelelibozkurt : zaten senin gibi soysuz piçten de bu beklenirdi, çaşıt. ne o? malumu ilam ettik diye alındın mı piççik? senin ve hükümetinin soysuz araplara ve matadorlara özendiğini söyledim diye mi kapattınız sitemizi? insanlar girip doğru türklüğü öğrenmesin diye o minik beyinlerinizle halkla dalga geçer gibi gem vurdunuz kutlu otağımızın şanlı kapısına. elbette ki kurtlardan gelen ırkımız bunun hesabını soracaktır 4 harfli kızılca soysuz.


Rıdvan : Eyvah eyvah... binali... yapma binali internet kullanıcısına atar yapma binali... bildiğin kullanıcılardan değil onlar binali... yapma.. binali yapma sarı kartın var BİNALİ YAPMA DOLDU! TAHAMMÜL SINIRI DOLDU!!
-Doldu hocam doldu.





Binali. Eğer bunları okuyorsan, bu şanlı mémé'leri (MEME değil, mémé, binali, sen ve senin gibi yobax geçinenlerin aklı hep orda, bilmiyorum zannetme binali) sen ve hükümetin. bu muazzam internet kültürü ve birikimini engelsizce ve hür bir şekilde almayı başarmış şanslı nesilden, yani türkiye'deki ilk internet neslinden, yani bizden kork. Ananı ağlatıcaz. çünkü cCc zaytung, inci, bobiler, ekşi s*ker cCc


***17 Temmuz'da sansürsüz internet için yürüyüş yapan kardeşlerime destek olması amacıyla yazdım piçler.
NOT : inci sözlük'te yazar değilim. ama olmak istiyorum. ama olmicam. belki de olurum bilmiyom AMK.
2. NOT (ve çok ağır, kişisel hakaret içermektedir, binali harici okumasın) : Last.fm'i kapattığınız için hepinizin sülalesini sigeyim.
3.NOT : Bunların hepsinin total müsebbibi olmadığını iddia edebilirsin binali. Ama yine de tüm çanak anten fabrikaları sana girsin.

4. NOT : Oh lan baya rahatladım sövünce.
5. NOT : daha fazla bilgi için www.nobrain.dk

8 Temmuz 2010 Perşembe

07.07

Sonra da niye doğukan'ın uğurlu rakamı 7 diyolla.

Bugünün başlangıcı olan 00:00'dan şu ana kadar her şey çok güzeldi. Saat 12'yi vurduğunda Özge ile konuşuyordum. İlk kutlayan olma ayrıcalığını tabii ki o elde etti. Ardından Bengi aradı. Tüm Türer household'un selamlarıyla kutladı doğum günümü. Sonra yattım, ertesi sabah (sabah derken 01:00 pm) (MTE a.k.a. dayı bu konuda bana gerekli ayarı verdi facebook üzerinden, "doğum gününde bari erken uyan lan!" diye) annem ve kardeşimin sürpriz doğum günü pastasını yidik. Bazı dostlar ve aile bireyleri telefonla aradı. Sonra biricik Özge'ciğimin benim için hazırladığı doğum günü sürprizleri (Star Wars - The Ultimate Visual Guide Special Edition ile zaten yüreğimden vurdu beni) ve parkta piknik. Harika di mi ^^

Sonra gece eve geldiğimde de bir sürpriz doğum günü pastası daha. Bahadır ve Gizem'in mükemmel bir mumla süsledikleri (hakkaten atmayın o mumu, saklıcam) pasta, kola, çipis çekirdek muhabbet. Facebook'tan birçok arkadaş eş dost aile akraba kişisi de doğum günümü hatırladı, ben de hepsine neşeyle tek tek cevap verdim. Gece attığımız LoL'de Twisted Fate ile 2 oyunda da efsane kastım ama maalesef galibiyete erişemedik, ama olsundu, bu da nazar boncuğu olsundu.

Bir insanın doğum gününde yanında olmasını isteyeceği tüm insanlar, bugün benim yanımdaydı. Sevdicek, aile, dostlar. O nedenle kendimi şanslı hissediyorum. Zaten doğum günü falan bahane, insanların birbirini hatırlaması muhabbete mevzu yaratması şahane.

24. sevdiğim bir sayı. Her şeye bölünüyor. Mis gibi.
Asal sayıları da severim ama onları ayrı severim. Değişik severim. 2 ayrı oğlum gibidir çok bölünebilen sayılar ve asal sayılar. Az bölünenler ise (21, 26 gibi) uzaktan bir tanıdık gibidir, pek ilgilenmem, sevmem. Nötr bir sevgisizlik duyarım onlara.(Alpay Erdem gibi konuştum aq)

Şimdi biraz projeme devam edip yatıcam.

Hayat gerçekten çok güzel.

"İnsanlar benim için ne düşünüyorsa, ben onlar için onun 2.71828 katını* düşünüyorum."-Doğukan Tunç


*2.71828 = Euler's Number (e)


"Benim için ne düşünüyorsan Allah (c.c.) sana 10 katını** versin."-Kamyoncu Yazısı Collection


** "10 diyelim yuvarlak olsun" constant