24 Ekim 2013 Perşembe

Konstrüktivizm

Bugün sizlere sade bir dille ve daha kısa bir yazıyla, görsel zekamın zayıflığından bahsedeceğim.


Yakınımdaki insanlar zaten görsel hafızamın zayıflığını, var-yok arası gidip gelen yön duygumu, üç boyutlu algımın 10 yaşındaki çocuğunkinden daha kötü olduğunu bilirler. Bu, bazen sakarlık şeklinde de zuhur eden bir boşluk-nesne algısından kaynaklanıyor.

"Gördüğüm bir şeyi asla unutmam" diyen insanlardan olmak isterdim. Ama olmadı. 300 puanla kaçırdım.

Bir insanla 10 dakika konuştuktan sonra onun giydiği şeyin rengini hatırlamak istesem, tüm renkler bana eşit uzaklıkta olur. Rastgele bir renk söylesem tutturma ihtimalim daha yüksek olur. Bu kişinin bir suçlu olduğunu söyleseler ve eşgalini isteseler, elimden geleni yapsam da muhtemelen polisi yanıltmaya teşebbüsten dolayı hapse girerim. Çünkü tipler ve şekiller, benim kafamda birkaç dakikadan sonra flulaşır, bir saat kadar sonra da tarihe karışırlar.

Yeni gittiğim bir adresten, geri eve dönerken 2-3 kere kaybolurum. Bu yeni adrese gidiş dönüşü öğrenmem için muhtemelen 10-15 kere gitmem gerekir. Yani ekran kartımın belleği sadece 1 KB. Datayı Hard-Disk'e yazmayı başarana kadar sıfırdan yüklüyorum.

1. Tekil algım iyidir. Örneğin sağımı solumu çok net şekilde bilirim, öyle sağını solunu karıştıranlardan değilim. Ama mesela bir şeyin başka birine göre sağı/solu kavramı, CPU'mu yakmaya yeter. Bu, benim için her zaman bir kaos kaynağı olmuştur. Örneğin "sol kanat" dendiğinde herkes denileni anında anlıyorken, ben bir süre düşünürüm, "hangi takıma göre sol, hmm tamam şurayı kastediyor" diye.

Bir de mesela amarikan filmlerinde adamlar "Kuzey yönünde kaçıyorlar" diye hemen yön tayin edebiliyor. Ben yön tayin etmek için amanın güneşin doğduğu yere bakacam da, karınca yuvası bulacam da, falan. Şu an bulunduğum yere göre Kızılay ne tarafta kalıyor, arabayı ne tarafa park ettim, bakkal hangi yönde, binanın çıkış kapısı bulunduğum yere göre hangi istikamette, bunları da bilemem. Biraz düşünmem gerekir.

Gideceğim yeri sadece yolları takip etme şeklinde bulurum, yolun sadece gittiğim kısmını Cache'leyerek giderim. Bazısı bütün güzergahı RAM'e cache'ler ve araba sürerken bir daha düşünmez. Ben ise araba sürdüğüm süre boyunca yolu takip etmek zorundayım, çünkü bir sonraki hamlede ne yapacağımı daha önceden kestirebilmem için kafada "Loading..." görüyorum sürekli.

Ve mesela ileride bir yol çalışması varsa, "Güzergah tekrar hesaplanıyor..." işlemi sonsuza kadar sürer, zaten muhtemelen yanlış yola saparım. Gitmek istediğim yönü tayin etmem uzun sürdüğü için muhtemelen bir süre yanlış yöne giderim.

Birkaç gün öncesine kadar Antalya'yı Adana'dan daha doğuda zannediyordum. Acemiliğimin orada olacağını öğrenenip merak edip haritadan bakana kadar da Balıkesir'in 2 denize de kıyısı olduğunu tahmin bile edemezdim. Gerçi iklimini gördükten sonra herhangi bir denize kıyısı olduğuna inanmak da çok güç.

Bunlara tezat olacak şekilde, enteresan biçimde, uzaklık ve mesafe algım oldukça gelişmiştir. 300 metre ile 350 metre arasındaki farkı bile sezebilirim. Karşılaştıracak iyi bir referans varsa kilometre hesabını bile yapabilirim. Bir de, harita okumada iyiyimdir. Bulumduğum yere göre sağımı solumu tayin edip, gitmek istediğim yere kolayca giderim. Garip.

Bir nesnenin düz/eğri olduğunu anlamak için cetvel/su terazisi kullanmazsam %100 emin olamam. Bu yüzden bir tablo asmak, bir yere sticker falan yapıştırmak benim için çok yorucu bir iştir. Genellikle de eğik olur.

Askerde duvarları boyarken (duvar boyamak, ben) düz çizgiler çekebilmek için Analitik Geometri'yi kullanmak zorunda kaldım. Yerden duvarın 1 metre yukarısına kurşun kalemle nokta koydum, biraz ötesine de aynı şekilde nokta koydum. 2 noktadan geçen doğrunun yamuk olma ihtimali olmadığına güvenerek bu 2 noktadan geçen doğrunun alt kısmını boyadım. Sonuç: Matematik > Algı

Yoksa fazla mesai kaçınılmazdı.

Resim yaparken derinlik, perspektif kavramlarını geliştirmem 10 yıl aldı. Ama hala çok malca çizimler yapabilirim istesem. Bir küp çizerken bile yanı yöresi eğik olur, 2 karşılıklı köşeyi tam paralel çizemem.

Çocukluktan beri resim yapmayı sadece otomatik tüfekler, uçaklar, formula 1 arabaları çizmek şeklinde algıladığım için, onları çizebiliyorum ne hikmetse. Ama bu da binlerce spastik çizimden sonra olagelen şeylerdi. Hala çok komik detaylar ekleyebiliyorum yüzlerce kez çizdiğim bir şeyi çizecek olduğum zaman, mesela bir AK-47'yi veya F-16'yı.

Çalışan şeyler yapmayı seviyorum. Tasarım ve görsellikle uğraşmak ise midemi bulandırıyor.

Bir programı, bir siteyi en karmaşık şekliyle yazabilirim, ve bu beni yormaz, hatta eğlendirir. Ama onu giydirmeye gelince, orasının burasının rengiyle pozisyonuyla, tablosunun stiliyle, yazıların sağa sola yatışıyla kerkinmesiyle uğraşırken "kahrolsun bağzı şeyler" diye bağırasım geliyor.

Soyut şeylerle uğraşmak benim daha iyi olduğum alan olmuştur. Askere gittiğimden beri Konstrüktivizm akımına maruz kaldım. Evin tüm tadilatıyla, boyasıyla, mobilya montajıyla şusuyla busuyla da bizzat ilgilendiğim için yepyeni bir alanda zihin açıyorum, 3 boyutlu algımı yenileyip geliştiriyorum. Bir şeyi "düzgün yapmak" ile ilgili takıntısı olan insan için de bu yeni alan oldukça meşakkatli.

Ama zihin açmak ve yeni şeyler öğrenmek tam benim kalemim işler. O yüzden bu durumdan şikayetçi değilim.

Ev boyanacaksa, tadilat yapılacaksa, mobilya kurulacaksa bana bi alo deyin.

Şaka lan şaka, demeyin. O kadar da hevesli değilim. Böyle soyut soyut, iyiyim ben.

2 Temmuz 2013 Salı

Timeo Hominem Unius Libri

Günümüzün eylemcilerini "ne istediklerini bile bilmiyorlar, hepsi çapulcu, boş beleş" diyerek aşağılayanlar...

"Provokatörlerin gazına gelip sağı solu yakıyor, taşlıyorlar!" diyenler...

"Camiye ayakkabıyla girmişler! Alkol alıp seks yapmışlar! İblisler!" diyenler...

Bunu şimdi diyen, belki de o videodaki kalabalıkta en önde koşan çocuk. Bugün büyüdü, yine "DİN ELDEN GİDİYOR" ateşini yaymak, yeni canlar yakmak istiyor.

Otobüsün yanmasının, devlet malına zarar verilmesinin günah olduğunu düşünüyor......................................................................


Acaba tarih bu videodaki güruhtan daha anlamsız bir hırs ile sarhoş olup, böyle büyük bir suç işleyen, daha şuursuz, daha kör, daha tehlikeli bir grup gördü mü? Adetâ, karanlıktan, körlükten dolayı en ufak kımıltıyı, hayattaki tek birikimleri ve dayanakları olan "Din"e büyük bir tehdit zannederek bağıra çağıra yönünü tayin etmeye çalışan bir yarasa sürüsü gibi.

Ben, din düşmanı değilim. Hatta tüm dinleri sever, güzel yanlarını almaya çalışırım, öğretilerini merak ederim. İslamiyet de çok sevdiğim dinlerden biridir. Tam anlamda bir müslüman olduğumu söyleyemiyorum çünkü bu dinin pratiklerini yerine getirmiyorum. Ama kalben müslümanım. Aynı zamanda Budistim. Yeri gelince Hristiyanım. Bazen sadece Deist'im. Din benim için sadece kendimi araştırmak ve anlamaktır.

Ama Kur'an'da "Peygamber'e küfür etti!!" gerekçesiyle bile kendi halindeki zararsız bir insanı diri diri yakmayı haklı kılacak tek bir ayet olduğunu zannetmiyorum. Kaldı ki bu insan kimseye küfür etmemiş, sadece din ile ilgili düşüncelerini, çevirilerini yayınlayan bir yazar, bir düşünürdür. Çocukluğunda babasının zoruyla onlarca kez Kur'an hatmi indirmiş, dini belki de oradaki öfkeli ve kontrolden çıkmış kalabalıktan çok daha iyi bilen bir aydındır. Sadece tercih olarak inanmamayı benimsemiştir. Bu, bence çok doğal bir haktır.

Ama bizim milletimizde şöyle bir şey çok yaygın: "kafalara kötü fikirler sokuyorlar. gençleri zehirliyorlar."

Neden? Bizim insanımız gerçekten duyduğu bir şeyi kendi mantığından geçirerek anlayamayacak kadar aptal mı? Ya da hadi diyelim mantığından geçirdi ve doğru buldu, senin bundan kaybın nedir? İslam'ın doğal yayılış hızı, güzellikle, iyilikle kalplere nüfuz ediş şekli seni tatmin etmiyor mu?  Asıl zehirleyenin kendileri olduğunu göremiyorlar mı?

Ne güzel demiş Demir Demirkan: "İmam, rahip rehber olmuş, yalan yanlış anlatmışlar sana."

Allah'ın verdiği beyni kullanmak, bu muhteşem işlemciyi devreye sokmak yerine sadece onun söylediği şeyleri bağnazca, kalıptan çıkmış hale getirerek, yorumlamadan Hard-Disk'e işleyenler, O'na büyük hakaret etmektedir. Bunun cezasını da çekeceklerine adım kadar eminim.

"Sevap Açgözlülüğü", bu insanların sonu olacaktır. Belki bu dünyada değil, ama büyük resmi göremeyecek kadar ince hesaplarla garantiye almaya çalıştıkları öbür dünyada. İnandıkları gibi bir öbür dünya olacaksa, onun cehennemini de ilk tadacak olan onlardır. Çünkü onlar, insanlara bu dünyada cehennemi yaşatma cüretini kendilerinde buldular.

Benim bu yaşıma kadar anladığım ve öğrendiğim kadarıyla Din adına böyle bir katliam yapılmasını savunabilecek insana "Müslüman" demek bile Küfür ve Şirk'tir. Kaldı ki buradaki günah o kadar büyük ki, tüm bir millete yeter de artar. Sessiz kalanları bile sarar ve içlerine işler.

Bir kızın elindeki sirke şişesini molotof kokteyli kabul ederek önce dövenler, sonra yargılayan ve mahkum edenler. Bu şuursuz insanları koruyun. Avukatları olun. Savunun, unutturmaya çalışın ve en sonunda da salıverin gitsin.

Çünkü zaten sizden daha az aşağılık bir hareket beklemek aptallık olurdu.

Sonuçta siz değil misiniz, "camide içki içtiler" yalanını gözümüzün içine baka baka bu halka yutturmaya çalışıp, yine dini kullanarak yeni bir karanlık çağ, bir "Madımak vakası" yaratmaya çalışan? Eli sopalı, satırlı, döner bıçaklı ekipleri sokağa salan?

Koca bir ulusun önünde, müebbet suçlusunuz. Ama daha da önemlisi, savunduğunuz din adına bile suçlusunuz. Bu millet, sizi asla affetmeyecek. Sizi, Allah da affetmeyecek. Sadece aldığınız beddualar bile sizi ömür boyu azap çekmeye mahkum etmeye yeterli. Bu gencecik insanların, güzel insanların, zararsız insanların hayatını, sırf düşüncelerini beğenmediğiniz için; din kardeşlerinizin hayatını sırf mezhepleri farklı olduğu için almak, hem de O'nun adına almak, şüphesiz ki kainat üstünde belki de olabilecek en büyük günahtır. Sizce Allah, ateist, deist, alevi, pagan, budist veya putperest kulunu daha mı az seviyor? Onu oracıkta hemen cezalandırıyor mu, veya canını mı alıyor? Ona yaşam hakkını verdiğine göre, onu öncelikle imtihan etmek, ne yapacağını görmek istemiyor mu?

Eğer öyle değilse, bu canları O'nun adına alanlar, birer Müşrik'tir. Ve ne acı ki, onlar, fanatizmlerinin içinde mutlu mesut koştururken bunun farkında değiller. Ne kadar eminler, dini korumak içgüdüsüyle yaptıklarının onlara ancak daha büyük sevaplar getireceğine. Birer Cihad askeri olduklarına.

"Çalışmak, uğraşmak, çabalamak, gayret sarfetmek" anlamına gelen Cihad'ı, bir coşma, bir gaza gelip, inançları adına aynı görüşte olmadığı insanları katletme anlamına yerleştirmeye çalışanlar, tek kelimeyle "Lain"dir, zavallıdır.

Hayat herkesin. Yaşama hakkı herkesin. Seçim yapma hakkı herkesin. Öbür dünyadaki sınava herkes sizin gibi hazırlanmak zorunda değil. Sizin göreviniz yargılamak değil. İran'daki, Arabistan'daki ve benzeri ülkelerdeki sözüm ona "dini liderler" neye dayanarak bu gücü iddia ediyor, insanların nasıl giyineceğine, saçını nasıl kestireceğine, nasıl tuvaletini yapacağına kadar onlar belirliyor ve uymayanı çok sert şekilde cezalandırıyor? Bu, hangi dinde var? Zorbalıkla dinin kurallarını insanların burnundan içeri sokmaya çalışmak, hangi insana dini sevdirir?

İnsanı insan olduğu için sevmeyi öğrenene kadar acı çekeceğiz. Hepimiz. Bazılarımız bu dünyada, bazılarımız ahir dünyada. Ama şu kesin ki o acılardan biri diğeriyle ölçüşemeyecek boyutta olacak. Oradaki insanlar bir kere yandılar. Aileleri 20 yıldır yanıyor. Ama buna neden olanlar ebediyen yanacaklar.

"Kim bir mümini kasten öldürürse, cezası, içinde ebedi kalacağı cehennemdir. Allah ona gazap etmiş, lânet etmiş ve onun için büyük bir azap hazırlamıştır."
Nisa, 93. 


Din, sadece kişinin kendi içinde yaşaması gereken bir şeydir. Bırakın devlet işlerini, insanın günlük hayatını bile etkilemeden, huşu içinde yaşanmalıdır. Hatta gizlice, kimse bilmeden yapılan ibadetler daha da sevaptır derler.

Şimdi bir ülkenin başbakanını düşünün ki "dindar gençlik yetiştirmek istiyoruz" diyor.

BEN. Nasıl yetişeceğime ben, ve anam babam, ailem karar verir. Sen değil. Ben pekala dindar da olurum, iyi bir insan da olurum. Senin görevin, bana eğitim vermek. Beni doyurmak. Beni mutlu etmek. Güvenliğimi sağlamak. Adaletin hak ile tecelli etmesini sağlamak. GERİSİNE, KARIŞMA. Senin dininden bana ne, benim dinimden SANA NE?

Ama bu kişi, benim saydıklarım hariç, gerisinin hepsine karışıyor.

Gezi Parkı ile patlak veren olaylar da tamamen bu mantığın dile gelmesidir. Umarım sonunda ne istediğimizi anlamışsınızdır. Dünyayı herkes "Din" ile yorumlamak zorunda değil. Bunu zorunlu kılan Tayyip Erdoğan, bazılarının gözünde büyük bir insan, dini yayan ve savunan bir kahraman.

İşte daha önceki kahramanlar paylaştığım videoda görülüyor.

Recep Tayyip'in, bu videodakilerden mantık olarak hiçbir farkı yoktur.

Bizim de isyan ettiğimiz şey bu zaten.

Dindar olmayanı insan saymayan, cahil ve kör zihniyet.

Din aslında güzel bir şeydir. Hangi din olursa olsun. İyiliği, güzelliği öğütler. Kötülükten imtina etmeyi öğütler. Düzenli yaşam sağlar. Kendi aklını kullanmak istemeyene bir ödül vaat ederek akıl olur ve kaosu engeller. Ruhun ihtiyacıdır hem inanç. Huzur verir, idrak edemediği bir kudret kaynağının kanatları altına sığınmak, güven duygusu verir. Evrende yalnız olmadığımızı fısıldar.

Ama bir yandan da çok tehlikeli bir silahtır. Bu silahı orta çağdan beri etkili şekilde kullananlar, dini sadece insanları korkutmak için kullananlar, dinin savunduğu şeylerin tam tersine neden oluyordur. Düzene ve güzelliğe değil, kaosa ve çirkinliğe.

Ayrıca birçok insan, dindar olmasa bile dört dörtlük insanlardır. Din, göreceli bir kavramdır ve isteyen istediği gibi inanmakta özgürdür.

Artık dini yanlış anlamayı bırakın. Dindar olmayan insanın iyi insan olmadığı, hatta cezalandırılmaya, ölmeye layık olduğu düşüncesi, Yemin ederim ki, dini din olmaktan çıkarıyor.

Eğer gerçekten öbür dünyaya inanıyor olsalar, herkesin ne hakettiyse zaten öbür tarafta yaşayacağına inanır ve insanlara baskı yapmayı, onları kendi sığ mantığına göre cezalandırmayı kendilerine hak görmezler.

Madımak'ta olanları unutmayın, unutturmayın. Şu an ülkede olanları da iyi anlayın. Din sömürüsüne kanmayın ve gaza gelmeyin.

Direnişe tüm gücümüzle devam. Bu zihniyet yok olana, geldiği karanlığa geri dönene ve Din kavramı tekrar temizlenene kadar.







5 Haziran 2013 Çarşamba

Doğukan Usta

(Orjinaline saygı: http://www.youtube.com/watch?v=ZUkXwPKjYnI)



Bak beyim, sana iki çift lafım var. Koskoca başbakansın. Paran var, gücün var, her şeyin var. Milyonlarca kişi yönetiyorsun. Yakışır mı sana gençliğin umutlarıyla oynamak? Yakışır mı bunca günahsızı, çocuğu çoluğu yaşlıyı sokaklara döküp kafalarına gaz bombası attırmak, tutuklatmak?

Ama nasıl yakışmaz... Sen değil misin kendi öz halkına çapulcu diyen, bir damlacık hakkı hukuku çok gören, birbirine düşüren. Anlamıyor musun beyim? Bu insanlar birbirini ve ülkesini seviyor.

Ama ben boşuna konuşuyorum. Hoşgörüyü tanımayan adama hoşgörüyü anlatmaya çalışıyorum.

Hıh... Sen... Büyük yönetici, otoriter, ülkenin sahibi Tayyip bey... Sen mi büyüksün?

HAYIR. BEN BÜYÜĞÜM. BEN. DOĞUKAN USTA.

Sen benim yanımda bir HİÇSİN anlıyor musun. Bir HİÇ. Gözümde pul kadar bile değerin yok.

Ama şunu iyi bil: Ne halkıma, ne ülkeme hiçbir şey yapamayacaksın. Yıkamayacaksın. Dağıtamayacaksın. Birbirine düşüremeyeceksin. Mağlup edemeyeceksin bizi.

Çünkü biz birbirimize baskıyla zorbalıkla değil, sevgiyle bağlıyız. Bizler birbirimizi seviyoruz. Biz bir AİLEYİZ. Biz, güzel bir aileyiz. Bunu yıkmaya senin gücün yeter mi sanıyorsun?


Dokunma artık halkıma... Dokunma insanlarıma... Dokunma ülkeme... Dokunma birlik beraberliğimize...

Eğer onların kılına zarar gelirse ben, ömründe bir mahalle muhtarını bile incitmemiş olan ben, Doğukan Usta, hiç düşünmeden çıkar oradan indiririm seni.

Anlıyor musun. İndiririm, ve dönüp arkama bakmam bile.

21 Mayıs 2013 Salı

Yata yata Nazilik?

Çağımızda birçok kişi için veba gibi kaçınılacak bir olgu olan, bazıları için gururla, patriotik duygularla koşa koşa gidilen, diğerleri için ise sadece sıradan bir görev bilinciyle "aradan çıksın" amacıyla teslim olunan; ama neresinden bakılacak olursa olsun önemli bir safha olan "Askerlik" olgusunu atlatmış olduğumu söyleyebiliyor olmaktan dolayı mutluyum.

Aslında mutlu değilim de, ne bileyim, insan uzun süre boyunca planını programını yaptığı, hayat planlarını dayandırdığı, önünde daima somut, heyhula gibi duran bir engeli aşınca, ister istemez "oh be" diyor. Tıpkı final döneminde son finalin de bitmesiyle yaşanan rahatlama gibi. Evet, mutluluk değil rahatlama diyebiliriz buna.

155 gün boyunca birçok şeye maruz kaldım. Bunların hepsini sıralayacak değilim, korkmayın. Ama en bariz olanlarını askerlik kafasından ve terimlerinden uzak şekilde, daha sosyal tabirler kullanarak maddeler halinde kısaca listelemek isterim:

-İnsanlarla iletişim kurmayı öğrendim. Şunu gördüm ki, asıl marifet, anlaşabildiğiniz, kafa yapınızın benzer olduğu insanlarla değil, size birebir zıt, düşünce olarak, anlayış olarak, eğitim olarak, sosyo-ekonomik olarak bambaşka bir kesimden gelmiş insanlarla anlaşabilmek. Gerçek sosyallik buymuş. Hani "feys"teki arkadaş sayınız, instagram'da kaç arkadaşınızın çektiğiniz fotoğrafı beğendiği ile sosyallik olmuyormuş. Burada cCc Bahçeli Reyiz cCc'in de dediği gibi "ossosaltı essnik vörsün" (36 etnik köken)den insanla haşır neşir olmak durumundasınız. Buna, aynı yerde yatıp kalktığınız, günün 25 saatini beraber geçirdiğiniz silah arkadaşlarınız da dahil, sizin üzerinizde 155 gün boyunca mutlak bir gücü olan komutanlarınız da. Nöbet esnasında 2 saat boyunca, normalde en ufak bir bilgi alışverişi veya dialog yaşamayacağınız biriyle uzun uzadıya sohbet etmek zorundasınız. Neden zorundasınız? Çünkü 1 m²'lik bir alanda yan yana duruyorsunuz. Adam psikolojik sıkıntıları olan birisi olabiliyor, cebinde ağzına kadar dolu şarjörleri var, ve siz orada durup onunla sohbet ediyorsunuz. Beni gerçekten çok zorlayan bir sınırdı bu Sosyolojik sınır. Ama yine de diğer kısa dönem'ler arasında diğerleriyle en iyi iletişimi kuran olduğumu düşünüyorum. Birkaç ufak sürtüşme dışında büyük bir olay olmadığı gibi, iyi veya kötü gittiğimize üzüldüklerini bile düşünüyorum. Tabi 460 gün askerlik yapmalarının acısını muhakkak orda veya burda bizden çıkarmaya çalışmışlardır, defalarca anlatmamıza rağmen, bizimkinin adaletsizlik olduğunu düşünüyorlardır içten içe. Ama mantıklı ve düzeyli iletişim kurmayı başardık diye tahmin ediyorum. Ha, yeri geldi el kol şakası kıvamına bile geldik kardeşlerimizle, bu da bizim içimizdeki "uzun dönem"in ortaya çıktığı anlardı.

-Yeteneklerimin çok dışında işlere bulaştım. Normalde hiç kimse bana 26 yıl boyunca gelip "al bu fırçayı, çekici, el arabasını, balyozu, tornavidayı, şu şu işi yap" demedi. Hatta heves edip "dur ben de deniyeyim" diye elime bir alet edevat alınca "dur bırak sen bana ver" dendi. Burada işgücü ve profesyon dalları kısıtlı olduğu için ve birliğin yapısı itibariyle (Geri Destek) herkese iyi kötü her işi yaptırabiliyorlar. Gerçekten çok geniş yelpazede işler yaptım. Bunların hepsini sıralamak istemiyorum ama yeri geldiğinde önemli evrakların Word/Excel üzerindeki tanzimini de yaptım, yeri geldiğinde ellerimi kollarımı olancasıyla 10w-40 dizel motor yağına da bandırdım, silah tamir ederken de görülebiliyordum, çay taşırken de, elimde balyozla beton kırarken de (bina  yıkmak, yapmaktan daha zevkliymiş).

Silahlarla uğraşmak ise sanırım en çok sevdiğim iş oldu. Çocukluğumdan beri silahlara Eugene Tackleberry'sel bir sevgi duyduğum doğrudur. Kendi isteğimle Silah Bakım kademesine geçmemin nedeni de buydu. Kısım komutanımın bendeki merakı fark ederek bana merakımı giderecek bol bol kitap tedarik etmesi de çok tatlı bir jestti.




Silah Bakım kademe'sinde ve genel olarak "Tamir" birimi olan Kademe'deki ilk ve tek Kısa Dönem'dim, belki de sonuncusuyum. Çılgınlığı tahayyül etmeniz için bu söylediğim yeterli olur heralde. Zaten beni manyak manyak ter atarken gören komutanlar "noldu, mutlu musun kısım değiştirdiğine?" diye alaycı tavırlarla soruyorlardı. Önceki kısımda tek işim sigara dumanı soluyarak bilgisayarsal işlere bakmak ve diğer zamanlarda devlet memurundan bozma komutanlara çay taşımaktı. Sonraki görevlerim ise minimum 8 STR ve 6 DEX isteyen işlerdi. Hele de apansız şekilde denetlemeye tabi tutulduktan sonra 40 gün boyunca mesai cezasına çarptırılan yer o yeni geçtiğim kısım olunca, "işte askerlik bu" dedim kendi kendime. Belki bunu okuyanlar bana kızıyordur, "yatış askerlik varken enayi misin lan" diyordur ama, ben hiç pişman değilim bu durumdan. Askerliğin o kadar boş bir şey olduğuna inanmak istemedim, şöyle askerlik yapmak istemedim:




Özetle, bir emir verildiğinde durup duraksayıp Cem Yılmaz'ın dediği "Professional Orientation in Turkish Army" konusunu düşünüyordum. Adam az bile söylemiş. Sonuç: fiziksel olarak bolca yoruldum ama gerçekten zihniyle çalışmaya alışmış biri için bedensel iş yapmak farklı bir duygu, gerçekten bir şeyler inşa etmek veya ham kol gücüyle çalışmak. Ayrıca güzel bir antrenman oldu. Ağır iş yapılacağı zaman hiçbir zaman kaçmadım. Hatta benim asıl kaçtığım, asıl yeteneğim olan bilgisayar işleriydi. Excel tablolarından midem ziyadesiyle bulandı.

-Az yiyecekle yaşamayı öğrendim. Adamların yemeği veriş ölçüsü kaşıkla, kepçeyle değil, gramla, ons'la. Ama bu konuda orduyu suçlamıyorum, spesifik olarak o kışlanın amirini suçluyorum. Yemek son derece kötü ve miktar olarak yetersizdi ama bunu asla kabul etmek ve düzeltmek yoluna gidilmedi. Ağır çalışılan bir günün, nöbetin, sporun, eğitimin ardından yediğiniz 14 bulgur tanesi, doğal olarak gücünüzü toplamanıza yetmiyor. Epeyi kilo verdim.

-Sabırlı olmak erdemdir. Sabır kolay kazanılan bir yeti değil. Ama her konuda sabırlı olmaya zorlandığınız tek yer askerlik. Şimdi bu konsept bir çoğuna anlamsız gelebilir: mutsuzsun, istemediğin şeyleri yapmak zorundasın, hiçbir açıdan özgür değilsin, neredeyse ossurduğun zamana ve şekle bile karışan bir yapı var ve senin bu yapıya uymamak gibi bir opsiyonun hiçbir şekilde yok. İşte bu konsepti algılayabildiğin, direncini kırdıkları anda, sabır mekanizması devreye giriyor. Ayrıca her fırsatta sıra beklemek, yemek için, duş için, çikolata almak için, tuvalete girmek için, çarşıya çıkmak için, her şey için sıra beklemek, tamamen sabır işi. Hiçbir iş istediğiniz anda istediğiniz biçimde olmuyor.

Şimdi bittiğini düşününce geriye dönüp bakıyorum da, kafamı sağlam şekilde kapatıp, gerçekten de layığıyla görevlerimi yerine getirdim, gücümün son damlasına kadar fayda sağlamaya çalıştım. Bunları yüksek bir milli bilinçle yapmadım, zira oradaki yapının milliyet seviyesinde pek bir faydası yok, genel olarak kendi kendini çekip çevirmeye zor yeten bir yapı maalesef. Ama görev bilinci ve sorumluluk duygusu ile hareket ettim ve ordu da bu durumdan ziyadesiyle memnun kalmış olsa gerek ki arkadaşlarım arasından sadece beni "Üstün Hizmet Belgesi" ile ödüllendirdi.

Tabii ki sövdüğüm, bunaldığım, şafak saydığım günler oldu, komutanlarla papaz olduğum günler oldu, özlem duyduğum, daraldığım günler oldu. Ama bunlar da herkesin bildiği gibi, askerliğin en has duyguları. Hatta arabeske vurup nasıl şarkılar yapılmış askerlikle ilgili, zannedersin Metris cezaevindeyiz.

Ama açık ara en büyük sıkıntım, sanki her şey böyle abuk kalacakmış, normale dönmeyecekmiş gibi gelmesi. Kafam hala bulanık, algılarım ve zihnim hala flu, kasıtlı olarak aşağıya çektiğim IQ'm hala oralarda dolanıyor. Bu beni korkutuyor ve bunaltıyor ama sanırım bunun geçmesi de bir zaman meselesi.


Her neyse, bir şekilde bunları atlatıp son günlere geldim. Bundan sonra gidecek olanlara sabır diliyorum. Ve her şeyden çok, kabullenme ve sorgulamama tavsiye ediyorum. Ben askere "not a big deal" diye gidip, "hmm aslında o kadar da basit bir şey değilmiş" diye yaşayanlardandım. Ama gerçekten askerliği gizliden gizliye severek yaptım, o kafayı başka bir yerde yaşayamayacağımı çok iyi biliyorum.

Bizden önce 150'den fazla kısa dönem kafilesi gitmiş, bizden sonra da 351 (onlar geldi zaten), 353, 355, 357 KD falan gidecek. Önceden gidenlere söylüyorum: gerçekten askerliğin anlatılacak çok fazla şeyi varmış ve siz anlatılması gerektiği gibi anlatmamışsınız hiç. Ama hak veriyorum, askerlik bittikten sonra insanın kafasında "ne oldu tam hatırlamıyorum, bi şeyler oldu, saçma bi olaylar oldu ve bitti" diye abuk bir bulamaç kalıyor ve anlatacak şey bulamıyorlar. Bir de askerlik anlatılarak aktarılacak bir şey değilmiş cidden.

Gidecekler için söylüyorum, siz siz olun, orada gördüğünüz hiçbir şeye şaşırmayın.


Ne concon, ne tiki
Şafak sadece İKİ

Bkm. Onb. Doğukan Tunç - ANKARA

23 Mart 2013 Cumartesi

Chronicles of a naive Corporal

Askere geldim. Şu anda bot bağlayalı tam 93 gün olmuş. Çarşı iznindeyim. Kadıköy'de bir internet kafede oturuyorum. Yanımda yöremde Counter, LoL falan oynaan insanlar dolu.

Söylemek istediklerimi 2 başlık altında topladım.

Birincisi, genel olarak askerlik olgusu ve benim onunla ilgili düşündüklerim.

Askerlik zor bir şey çünkü fiziksel, zihinsel ve ruhsal bir yük. Türkiye'nin neresinde askerlik yapıyor olursanız olun bu geçerli. "En iyi askerliğin bile a.q." dedikleri olay gerçek. Normal hayatınızda yüzüne bile bakmayacağınız, baksanız da muhatap olmayacağınız insanlar, size emir verebiliyor, çay getirtebiliyor, çamura yatırabiliyor, soğukta saatlerce bekletebiliyor, yüzünüze karşı dalga geçebiliyor. Bu, duyduğuma göre Batı'da askerlik yapan kişilerin daha fazla karşılaştıkları bir şeymiş. Doğu'da komutanlar daha toleranslı, daha hoşgörülü oluyor derler.

İlk başlarda sıkıntı yaşasanız ve ortamı yadırgasanız da, bir yerden sonra mümkün olan en hızlı ve en basit şekilde ihtiyaçlarınızı (yemek, temizlik, uyku, eğlence vs.) giderebiliyorsanız, artık askerliğe ve o ortama adapte olmuşsunuz demektir.

Fakat bu aktiviteleri yerine getirirken, bilimum zorluklara katlanırken, estetikten, keyiften, güzel şeylerden sürekli olarak mahrum bırakılan beyniniz ve vücudunuz, kendini kapatmak, tamamen asker olmak isteyecektir. Eğer buna izin verirseniz çok rahat bir askerlik geçireceksiniz. Fakat "kafa açmak" dediğimiz şeyi yapar da sivil hayata, geride bıraktıklarınıza, normal insan gibi muamele görmeye özlem duyarsanız, o şafak sizi sıkıştırır, geçmek bilmez.

Benim şahsım adına sıkıntılarımın çoğu askerde olan olayların getirdiği fiziksel yüklerinin zihne ve ruha yansımasıyla ilgili, ya da sosyal olarak uyumsuzluk yaşamam. Bu ikinci söylediğim zaten çok büyük bir faktör. Yer yer o kadar manyaklaşıyorum ve "asker" kafasına giriyorum ki, kendimi tanıyamıyorum. Küfürler müfürler, ne bileyim çirkin davranışlar. İlk başta etrafımdaki cehalet ve sosyal doku çeşitliliğine karşı izole olmaya çalıştım. Ama bunu başarmak uzun vadede çok zor, hatta imkansız. Bir yerden sonra asimile olarak onlardan biri oluyorsunuz. 300-400 gündür orada olan adamın size benzemesi, daha düşük bir ihtimal.

Diğer bir şey ise "çarpılmak" denen, bir komutandan azar işitmek veya yaptırıma maruz kalmak. Zaten bir insana verilecek ceza, onun bedenine de uygulansa, psikolojisine de uygulansa sonuçta en son zihnine etki etmesi için tasarlanmıştır. Ama bunun haricinde direkt olarak psikolojinize yönelik verilen cezalar vardır ki, bence bunlar belli bir yaşa ve birikime sahip insan üzerinde daha etkilidir. Medeni her kişi, karşısındaki insan ona hakaret ediyor veya azarlıyorsa kızar, üzülür ve demoralize olur.

En basit örnekle, bulunduğunuz birimde birisinin işlediği suç nedeniyle tüm birim (Bölük, Tabur, Grup, Alay, vs.) cezalandırılır. Çünkü askerde 'cezalar toplu, ödüller bireysel'miş.

Burada ceza, sizi uykudan mahrum bırakmak, yormak, üşümenize neden olmak, aç kalmanıza neden olmak olabilir. Ya da dediğim gibi, ruhsal entegritenize saldırı şeklinde olabilir. Ama ceza ne şekilde olursa olsun, iyi bir asker ve/veya insan olmak isteyen, bilinçli ya da yarı bilinçli her insanın kaçınacağı ve maruz kaldığında canının sıkılacağı bir durumdur.

Nizami şekilde askerlik yapan kişi, askerliği veya görevini s*kine takmayan kişi yüzünden ceza almaktan dolayı çok rahatsız olur.

Bir de şehirde doğmuş büyümüş, silahları yalnızca bilgisayar oyunlarında görmüş kişi için askerlik önce oyun gibi görünüyor. Ama işin içine girince aslında ne kadar ciddi bir iş yaptığınızı anlıyorsunuz. Elinizde size zimmetli bir silah var, bununla insan öldürme eğitimi ve yetkisi alıyorsunuz.

Genel olarak askerlik olayının insanı şizofreniye yaklaştıran, gel-git yaşatan bir doğası olduğunu gördüm. Bir dakika önce hayatınızdan çok memnunken, hemen sonrasında "allahım, burada napıyorum lan ben" diye düşünürken buluyorsunuz kendinizi.

Spesifik olarak benim askerliğime gelirsek, İstanbul'da, Selimiye 1. Ordu Karargâhında yapıyorum askerliğimi.





Selimiye, Üsküdar'a bağlı, Kadıköy'e çok yakın, Harem'in hemen karşısında bir kışla.



Tarihi Selimiye Kuleleri'nde askerlik yapmak, çok güzel bir ayrıcalık, bunu inkar etmem imkansız.



"Bakım" (Ordu Donatım) sınıfına müdahilim. Beni neden, neye dayanarak bu sınıfa layık gördüler bilmiyorum. İlk başta yazıcı yaptılar bilgisayar kullanmayı biliyorum diye. (Sanki über bir teknoloji kullanıyorum amskym.) Ardından kendi isteğimle Silah Bakım kısmına geçtim (hehe).

Şu anda tüm 1. Ordu'ya mensup birliklerin hafif silahlarının tamir ve bakımını yapan Silah Teknisyeni'nin yanında çıraklık yapıyorum.

Bu bilgilerin bana 2 ay sonra bir faydası olacak mı? Muhtemelen hayır. Ama mutlu muyum? Evet. Çünkü beynimi stimüle eden, beni enterese eden bir iş yapıyorum.

Kendimi bildim bileli silah endüstrisine ve militer teknolojiye meraklı bir insanım. İtiraf etmeliyim ki askerlik tahmin ettiğim gibi değilmiş. Beklediğimden çok daha lakayt, disiplinsiz ve çürümüş. Zaten beni şuradaki günlerimde en fazla yaralayan şey bu. Vatana millete faydası olmayan bir ordu (gerçek anlamda ordu) adam, bir oraya bir buraya yürüyor, boş boş vakit geçiriyor, arazi olmaya, işi yanındaki adama kaktırmaya çalışıyor. Bir içtimaya girmemeyi, nöbet tutmamayı marifet sanan, "abi d*şşak bastı", "bu şafaktan sonra ben mi tutayım?" gibi değişik cümleler kuran adamlarla aynı yerde bulunmak enteresan.


Kısa dönem askerler ile uzun dönem askerler arasındaki muhabbet ise her zaman olduğu gibi Sosyologlar için 100 yıllık materyal teşkil edecek cinsten. Her fırsatta onların bizden daha güçlü, veya daha çevik, veya daha marifetli olduğundan, kısacası bizden daha iyi asker olduklarından, bizim yaptığımızın askerlik olmadığından dem vurmaya çalışmaları ilk başta sinirimizi bozsa da, bir yerden sonra sallamamayı öğrendik. Nitekim, gün içerisindeki aktivitelerimiz sonucunda komutanlar tarafından değer verilen yetilerimiz olduğunu farketmeleri bu huylarına bir son getirdi. IQ'su düşük ama EQ'su yüksek insanların, bunun tam tersi kişilerle münasebeti her zaman enteresan olmuştur zaten.

Yemekler kötü. Yıl olmuş 2013, hala askere havuç soydurup yemek yaptırıyorlar. Hem de burası Doğu'da küçük bir kışla değil, İstanbul'un göbeğindeki 1. Ordu Karargahı. Bazen bir çorba geliyor, yağ ile suyun değişik bir karışımı. İçilmesi imkansız. Yemekler de bazen güzel (ayarlı), bazen de çok ayarsız. Çoğu çöpe dökülüyor.


Diğer fasiliteler oldukça iyi durumda. Kulelerden birinde, en tepede Florence Nightingale müzesi var ama henüz göremedik.

Bugün şafağım 62. Kafam biraz dolu, yorgun ve uykusuzum. 4 saat (5-7, ardından 7-9) nöbet tuttuktan sonra çarşıya çıktım. Önceki gün mıntıkalarımız beğenilmediği için ceza olarak tüm kışlada mıntıka yaptık. Cep telefonu yakalatanlar oldu, hepimiz ceza aldık. Bu tür şeylere artık alıştım.

En büyük git-gellerim, askerliğe sövme ve "aslında o kadar da kötü değil" deme şeklinde oluyor. Öyle saçma bir şey oluyor ki, "vay arkadaş, gelen kafamı s**yim" diyorum, sonra bir insanlık, bir medeni hareket karşısında "aslında iyi insanlar da var" diyorum. Ama ne olursa olsun averaj olarak kötü bir yer, ve gereksizliği neredeyse kesin.

Klasik geyik şu şekilde: bu kadar askeri boşuna burada tutup masrafını karşılayacaklarına, o masraflarla elit küçük bir teşkilatlanma kurup Amerika'daki sistem gibi harekat bölgelerine göndererek profesyonel askerlik sistemine geçmemesinden duyulan esef ve kınama. Bizim açımızdan düşününce mantıklı tabi. Ama bu olay öyle kolay bir geçiş değil.

Neyse, şimdi çarşı iznim bitmek üzere, ilk izlenimlerim bu şekilde. Daha sonra bu yazının devamını yazmak üzere geri geleceğim. Hatta içeride günlük gibi bir şey de tutuyorum, onları buraya aktarıcam. İÇERDE ÇOK SIKILIYORUM LAN.