19 Kasım 2014 Çarşamba

"Okulu bitir, hobi olarak yine yazı yazarsın..."

Anneler, babalar veya ana-baba adayları:

Benden size tavsiye, bebelerinize "Okulunu bir an önce bitir" diye baskı yapmayın artık, yemin ederim sövücem.

Bırakın okuyabildiği kadar, vicdanının ona elverdiği kadar uzatsın okulunu. Sağda solda siftinsin, dersi eksin, ders çalışmaya diye merve'lere gitsin, ders çalışma toplanmaları PES partilerine dönüşsün.

Ama asla onu "bu sene niye 2 ders kaldı?" diye darlamayın. Hala lisede mi okuyor zannediyorsunuz amk. Oldu olacak profesörler veli toplantısı tertiplesinler de ona da gidin. (Bunu tertipleseler koşa koşa gidecek o kadar çok ana baba var ki. Oğlu kızı 18-20 yaşına gelmiş hala götünde koşturacak utanmadan.)

Artık salın şu çocuğun peşini ya. Bırakın nasıl yetişeceğine, nasıl bir birey olacağına kendi karar versin. Götünü toplaya toplaya self-sufficient bir birey olmasını engellediniz, bari artık şimdi bırakın da kişiliğini geliştirsin. Okulu uzatacaksa kişiliği bu demektir, niye üzerine gidiyorsunuz.

Bir de bilinçaltında bildiği bir gerçek var ki onun okulunu bir an önce bitirmesine engel olan ve %100 doğru olan gerçek:

Okulu bitirdikten sonraki hayatta onu kocaman bir SİK bekliyor.

Evet, sik. Her açıdan tehlike oluşturan kocaman bir organ bekliyor.

Tabi ki buradaki argoya takılan, konudan kopmaya başlayanlar için açıklamama izin verin; sik, burada bir metafor, bir benzetme. Bu metaforun okul sonrası hayatla arasındaki yakın ilişkiyi detaylı olarak Deniz Ülger muhteşem şekilde açıklamış, ibret ala ala okuyun.)

Ben okulda yaşadığım güzel yaşantıyı bir daha hiç bulamayacağımı idrak ettiğim için şu anda "ya şu okul biteydi de kurtulaydım" diye dövündüğüm zamanlar için kendime küfür ediyorum. Ha, okuldaki yaşantı da bok gibiydi aslında, bohemlik kulaklarımdan akıyordu, finallerde boş kağıtlar havalarda uçuşuyordu, yapmak istediğim bir sürü şey vardı, edinmek istediğim ekspertizler vardı, bulunmak istediğim yerler vardı. Her biri "okulunu bitir" bariyerine takıldığı için hiçbir şey yapamadan öyle devindim durdum. 7 sene.

Ama okul yine de bir sığınak gibiydi. Tek sorumluluğunuz arada bir okula gitmek, arada bir birkaç dersten geçmek.

Ana baba da hemen çocuğu okulu bitirsin, işine girsin de kendi yükünü taşısın istiyor.

Yav, istemeyin amk. Bu, hayatın en güzel yılları. 2 sene daha yaşasa, 2 sene daha finanse etseniz nolacak lan?

Hadi diyelim okulunu hemen bitirdi. İşe de girdi. Elinize ne geçecek?

Küçük hesaplar peşinde olmayın arkadaşlar gözünüzü seveyim. Bu adam hayatla ilgili en ciddi mücadelesini vermeye başlamayı 1-2 sene erteledi diye gerizekalı muamelesi yapmayın.

Ayrıca siz ve o bambaşka nesillerdensiniz ve sizin geldiğiniz hayattaki koşullar şu anda yok. Bununla ilgili analize de şu über-ibretlik yazıdan ulaşabilirsiniz (ingilizcesi olmayanlara bol şans).

Çünkü okul bittikten sonra okula geri dönüş yok. Yani var da, eskisi gibi olmayacak hiçbir zaman. Hatta okulun yanında başka obligasyonlarınız da olduğu için o okul size zûl gelmeye başlayacak, "şimdi eve gidip dinleneydim daha iyiydi, sıçayım diplomasına" diyeceksiniz. Ama yine de eski günlerin bir anımsatıcısı olarak hoşunuza gidecek o sıralarda olmak, o kampüste gezinmek.

Ama ertesi sabah yine aynı gerçekliğin içine uyanacaksınız; kendinizi hayatın içinde layık olduğunuzu düşündüğünüz noktaya getirmeye çalışırken aslında çamurun bataklıkların içinde dönele dönele ilerlediğiniz gerçeği.


Hala lisans derecesini almak için uğraşanlara notum:
Mızmızlanmayın. Ders, sınav, bunlar o kadar komik çelınc'lar ki. Dışardan bakanlara çok komik geliyor.

Eskiden ben de çok mızmızlanırdım okulla ilgili, bilen bilir. Ama yapmayaymışım daha iyiymişti.

Tabi ki her zaman hayatın daha ileri evresindeki, daha deneyimli kişiye, daha geriden gelenin çabalamaları daha tuhaf görünür ama, herkes o yoldan geçiyorsa o yola bir iki tabela dikmek belki arkadaşın kafasını kaldırıp ileriye bakmasını sağlar.

Şunu da söylemek isterim ki, ilerlemek her zaman güzel. Şu anda tekrar o günlere dön deseler dönmem. O bi kereydi ve o zaman kıymetliydi. Ama en azından o günleri yaşarken bunu görmüş olsaydım, bilincim daha açık olsaydı, aslında bir çamur deryasından çıkıp başka çamur deryasına girmeye çalıştığımı bilseydim, bu konuda acele etmez veya umutlanmazdım, o anın ve çamurun keyfini daha fazla çıkarırdım.

Bu noktada kendime yapacağım tavsiye de şu:

Aslında şu anda da durumun farksız. Yine bulunduğun çamur birikintisini beğenmesen de aslında o belki de görece daha yumuşak, daha killi bir çamurdur, belki cilde iyi geliyordur.


Yaşamadan nerden bilebilirim amk?

(Not : Yazar, bu yazısında aslında kafasındaki birkaç faksiyonu çarpıştırıp kendi kendine nasihatler verip bir yandan da bunlara kontr-argümanlar falan üreterek çürütmüştür.)

24 Ekim 2013 Perşembe

Konstrüktivizm

Bugün sizlere sade bir dille ve daha kısa bir yazıyla, görsel zekamın zayıflığından bahsedeceğim.


Yakınımdaki insanlar zaten görsel hafızamın zayıflığını, var-yok arası gidip gelen yön duygumu, üç boyutlu algımın 10 yaşındaki çocuğunkinden daha kötü olduğunu bilirler. Bu, bazen sakarlık şeklinde de zuhur eden bir boşluk-nesne algısından kaynaklanıyor.

"Gördüğüm bir şeyi asla unutmam" diyen insanlardan olmak isterdim. Ama olmadı. 300 puanla kaçırdım.

Bir insanla 10 dakika konuştuktan sonra onun giydiği şeyin rengini hatırlamak istesem, tüm renkler bana eşit uzaklıkta olur. Rastgele bir renk söylesem tutturma ihtimalim daha yüksek olur. Bu kişinin bir suçlu olduğunu söyleseler ve eşgalini isteseler, elimden geleni yapsam da muhtemelen polisi yanıltmaya teşebbüsten dolayı hapse girerim. Çünkü tipler ve şekiller, benim kafamda birkaç dakikadan sonra flulaşır, bir saat kadar sonra da tarihe karışırlar.

Yeni gittiğim bir adresten, geri eve dönerken 2-3 kere kaybolurum. Bu yeni adrese gidiş dönüşü öğrenmem için muhtemelen 10-15 kere gitmem gerekir. Yani ekran kartımın belleği sadece 1 KB. Datayı Hard-Disk'e yazmayı başarana kadar sıfırdan yüklüyorum.

1. Tekil algım iyidir. Örneğin sağımı solumu çok net şekilde bilirim, öyle sağını solunu karıştıranlardan değilim. Ama mesela bir şeyin başka birine göre sağı/solu kavramı, CPU'mu yakmaya yeter. Bu, benim için her zaman bir kaos kaynağı olmuştur. Örneğin "sol kanat" dendiğinde herkes denileni anında anlıyorken, ben bir süre düşünürüm, "hangi takıma göre sol, hmm tamam şurayı kastediyor" diye.

Bir de mesela amarikan filmlerinde adamlar "Kuzey yönünde kaçıyorlar" diye hemen yön tayin edebiliyor. Ben yön tayin etmek için amanın güneşin doğduğu yere bakacam da, karınca yuvası bulacam da, falan. Şu an bulunduğum yere göre Kızılay ne tarafta kalıyor, arabayı ne tarafa park ettim, bakkal hangi yönde, binanın çıkış kapısı bulunduğum yere göre hangi istikamette, bunları da bilemem. Biraz düşünmem gerekir.

Gideceğim yeri sadece yolları takip etme şeklinde bulurum, yolun sadece gittiğim kısmını Cache'leyerek giderim. Bazısı bütün güzergahı RAM'e cache'ler ve araba sürerken bir daha düşünmez. Ben ise araba sürdüğüm süre boyunca yolu takip etmek zorundayım, çünkü bir sonraki hamlede ne yapacağımı daha önceden kestirebilmem için kafada "Loading..." görüyorum sürekli.

Ve mesela ileride bir yol çalışması varsa, "Güzergah tekrar hesaplanıyor..." işlemi sonsuza kadar sürer, zaten muhtemelen yanlış yola saparım. Gitmek istediğim yönü tayin etmem uzun sürdüğü için muhtemelen bir süre yanlış yöne giderim.

Birkaç gün öncesine kadar Antalya'yı Adana'dan daha doğuda zannediyordum. Acemiliğimin orada olacağını öğrenenip merak edip haritadan bakana kadar da Balıkesir'in 2 denize de kıyısı olduğunu tahmin bile edemezdim. Gerçi iklimini gördükten sonra herhangi bir denize kıyısı olduğuna inanmak da çok güç.

Bunlara tezat olacak şekilde, enteresan biçimde, uzaklık ve mesafe algım oldukça gelişmiştir. 300 metre ile 350 metre arasındaki farkı bile sezebilirim. Karşılaştıracak iyi bir referans varsa kilometre hesabını bile yapabilirim. Bir de, harita okumada iyiyimdir. Bulumduğum yere göre sağımı solumu tayin edip, gitmek istediğim yere kolayca giderim. Garip.

Bir nesnenin düz/eğri olduğunu anlamak için cetvel/su terazisi kullanmazsam %100 emin olamam. Bu yüzden bir tablo asmak, bir yere sticker falan yapıştırmak benim için çok yorucu bir iştir. Genellikle de eğik olur.

Askerde duvarları boyarken (duvar boyamak, ben) düz çizgiler çekebilmek için Analitik Geometri'yi kullanmak zorunda kaldım. Yerden duvarın 1 metre yukarısına kurşun kalemle nokta koydum, biraz ötesine de aynı şekilde nokta koydum. 2 noktadan geçen doğrunun yamuk olma ihtimali olmadığına güvenerek bu 2 noktadan geçen doğrunun alt kısmını boyadım. Sonuç: Matematik > Algı

Yoksa fazla mesai kaçınılmazdı.

Resim yaparken derinlik, perspektif kavramlarını geliştirmem 10 yıl aldı. Ama hala çok malca çizimler yapabilirim istesem. Bir küp çizerken bile yanı yöresi eğik olur, 2 karşılıklı köşeyi tam paralel çizemem.

Çocukluktan beri resim yapmayı sadece otomatik tüfekler, uçaklar, formula 1 arabaları çizmek şeklinde algıladığım için, onları çizebiliyorum ne hikmetse. Ama bu da binlerce spastik çizimden sonra olagelen şeylerdi. Hala çok komik detaylar ekleyebiliyorum yüzlerce kez çizdiğim bir şeyi çizecek olduğum zaman, mesela bir AK-47'yi veya F-16'yı.

Çalışan şeyler yapmayı seviyorum. Tasarım ve görsellikle uğraşmak ise midemi bulandırıyor.

Bir programı, bir siteyi en karmaşık şekliyle yazabilirim, ve bu beni yormaz, hatta eğlendirir. Ama onu giydirmeye gelince, orasının burasının rengiyle pozisyonuyla, tablosunun stiliyle, yazıların sağa sola yatışıyla kerkinmesiyle uğraşırken "kahrolsun bağzı şeyler" diye bağırasım geliyor.

Soyut şeylerle uğraşmak benim daha iyi olduğum alan olmuştur. Askere gittiğimden beri Konstrüktivizm akımına maruz kaldım. Evin tüm tadilatıyla, boyasıyla, mobilya montajıyla şusuyla busuyla da bizzat ilgilendiğim için yepyeni bir alanda zihin açıyorum, 3 boyutlu algımı yenileyip geliştiriyorum. Bir şeyi "düzgün yapmak" ile ilgili takıntısı olan insan için de bu yeni alan oldukça meşakkatli.

Ama zihin açmak ve yeni şeyler öğrenmek tam benim kalemim işler. O yüzden bu durumdan şikayetçi değilim.

Ev boyanacaksa, tadilat yapılacaksa, mobilya kurulacaksa bana bi alo deyin.

Şaka lan şaka, demeyin. O kadar da hevesli değilim. Böyle soyut soyut, iyiyim ben.

2 Temmuz 2013 Salı

Timeo Hominem Unius Libri

Günümüzün eylemcilerini "ne istediklerini bile bilmiyorlar, hepsi çapulcu, boş beleş" diyerek aşağılayanlar...

"Provokatörlerin gazına gelip sağı solu yakıyor, taşlıyorlar!" diyenler...

"Camiye ayakkabıyla girmişler! Alkol alıp seks yapmışlar! İblisler!" diyenler...

Bunu şimdi diyen, belki de o videodaki kalabalıkta en önde koşan çocuk. Bugün büyüdü, yine "DİN ELDEN GİDİYOR" ateşini yaymak, yeni canlar yakmak istiyor.

Otobüsün yanmasının, devlet malına zarar verilmesinin günah olduğunu düşünüyor......................................................................


Acaba tarih bu videodaki güruhtan daha anlamsız bir hırs ile sarhoş olup, böyle büyük bir suç işleyen, daha şuursuz, daha kör, daha tehlikeli bir grup gördü mü? Adetâ, karanlıktan, körlükten dolayı en ufak kımıltıyı, hayattaki tek birikimleri ve dayanakları olan "Din"e büyük bir tehdit zannederek bağıra çağıra yönünü tayin etmeye çalışan bir yarasa sürüsü gibi.

Ben, din düşmanı değilim. Hatta tüm dinleri sever, güzel yanlarını almaya çalışırım, öğretilerini merak ederim. İslamiyet de çok sevdiğim dinlerden biridir. Tam anlamda bir müslüman olduğumu söyleyemiyorum çünkü bu dinin pratiklerini yerine getirmiyorum. Ama kalben müslümanım. Aynı zamanda Budistim. Yeri gelince Hristiyanım. Bazen sadece Deist'im. Din benim için sadece kendimi araştırmak ve anlamaktır.

Ama Kur'an'da "Peygamber'e küfür etti!!" gerekçesiyle bile kendi halindeki zararsız bir insanı diri diri yakmayı haklı kılacak tek bir ayet olduğunu zannetmiyorum. Kaldı ki bu insan kimseye küfür etmemiş, sadece din ile ilgili düşüncelerini, çevirilerini yayınlayan bir yazar, bir düşünürdür. Çocukluğunda babasının zoruyla onlarca kez Kur'an hatmi indirmiş, dini belki de oradaki öfkeli ve kontrolden çıkmış kalabalıktan çok daha iyi bilen bir aydındır. Sadece tercih olarak inanmamayı benimsemiştir. Bu, bence çok doğal bir haktır.

Ama bizim milletimizde şöyle bir şey çok yaygın: "kafalara kötü fikirler sokuyorlar. gençleri zehirliyorlar."

Neden? Bizim insanımız gerçekten duyduğu bir şeyi kendi mantığından geçirerek anlayamayacak kadar aptal mı? Ya da hadi diyelim mantığından geçirdi ve doğru buldu, senin bundan kaybın nedir? İslam'ın doğal yayılış hızı, güzellikle, iyilikle kalplere nüfuz ediş şekli seni tatmin etmiyor mu?  Asıl zehirleyenin kendileri olduğunu göremiyorlar mı?

Ne güzel demiş Demir Demirkan: "İmam, rahip rehber olmuş, yalan yanlış anlatmışlar sana."

Allah'ın verdiği beyni kullanmak, bu muhteşem işlemciyi devreye sokmak yerine sadece onun söylediği şeyleri bağnazca, kalıptan çıkmış hale getirerek, yorumlamadan Hard-Disk'e işleyenler, O'na büyük hakaret etmektedir. Bunun cezasını da çekeceklerine adım kadar eminim.

"Sevap Açgözlülüğü", bu insanların sonu olacaktır. Belki bu dünyada değil, ama büyük resmi göremeyecek kadar ince hesaplarla garantiye almaya çalıştıkları öbür dünyada. İnandıkları gibi bir öbür dünya olacaksa, onun cehennemini de ilk tadacak olan onlardır. Çünkü onlar, insanlara bu dünyada cehennemi yaşatma cüretini kendilerinde buldular.

Benim bu yaşıma kadar anladığım ve öğrendiğim kadarıyla Din adına böyle bir katliam yapılmasını savunabilecek insana "Müslüman" demek bile Küfür ve Şirk'tir. Kaldı ki buradaki günah o kadar büyük ki, tüm bir millete yeter de artar. Sessiz kalanları bile sarar ve içlerine işler.

Bir kızın elindeki sirke şişesini molotof kokteyli kabul ederek önce dövenler, sonra yargılayan ve mahkum edenler. Bu şuursuz insanları koruyun. Avukatları olun. Savunun, unutturmaya çalışın ve en sonunda da salıverin gitsin.

Çünkü zaten sizden daha az aşağılık bir hareket beklemek aptallık olurdu.

Sonuçta siz değil misiniz, "camide içki içtiler" yalanını gözümüzün içine baka baka bu halka yutturmaya çalışıp, yine dini kullanarak yeni bir karanlık çağ, bir "Madımak vakası" yaratmaya çalışan? Eli sopalı, satırlı, döner bıçaklı ekipleri sokağa salan?

Koca bir ulusun önünde, müebbet suçlusunuz. Ama daha da önemlisi, savunduğunuz din adına bile suçlusunuz. Bu millet, sizi asla affetmeyecek. Sizi, Allah da affetmeyecek. Sadece aldığınız beddualar bile sizi ömür boyu azap çekmeye mahkum etmeye yeterli. Bu gencecik insanların, güzel insanların, zararsız insanların hayatını, sırf düşüncelerini beğenmediğiniz için; din kardeşlerinizin hayatını sırf mezhepleri farklı olduğu için almak, hem de O'nun adına almak, şüphesiz ki kainat üstünde belki de olabilecek en büyük günahtır. Sizce Allah, ateist, deist, alevi, pagan, budist veya putperest kulunu daha mı az seviyor? Onu oracıkta hemen cezalandırıyor mu, veya canını mı alıyor? Ona yaşam hakkını verdiğine göre, onu öncelikle imtihan etmek, ne yapacağını görmek istemiyor mu?

Eğer öyle değilse, bu canları O'nun adına alanlar, birer Müşrik'tir. Ve ne acı ki, onlar, fanatizmlerinin içinde mutlu mesut koştururken bunun farkında değiller. Ne kadar eminler, dini korumak içgüdüsüyle yaptıklarının onlara ancak daha büyük sevaplar getireceğine. Birer Cihad askeri olduklarına.

"Çalışmak, uğraşmak, çabalamak, gayret sarfetmek" anlamına gelen Cihad'ı, bir coşma, bir gaza gelip, inançları adına aynı görüşte olmadığı insanları katletme anlamına yerleştirmeye çalışanlar, tek kelimeyle "Lain"dir, zavallıdır.

Hayat herkesin. Yaşama hakkı herkesin. Seçim yapma hakkı herkesin. Öbür dünyadaki sınava herkes sizin gibi hazırlanmak zorunda değil. Sizin göreviniz yargılamak değil. İran'daki, Arabistan'daki ve benzeri ülkelerdeki sözüm ona "dini liderler" neye dayanarak bu gücü iddia ediyor, insanların nasıl giyineceğine, saçını nasıl kestireceğine, nasıl tuvaletini yapacağına kadar onlar belirliyor ve uymayanı çok sert şekilde cezalandırıyor? Bu, hangi dinde var? Zorbalıkla dinin kurallarını insanların burnundan içeri sokmaya çalışmak, hangi insana dini sevdirir?

İnsanı insan olduğu için sevmeyi öğrenene kadar acı çekeceğiz. Hepimiz. Bazılarımız bu dünyada, bazılarımız ahir dünyada. Ama şu kesin ki o acılardan biri diğeriyle ölçüşemeyecek boyutta olacak. Oradaki insanlar bir kere yandılar. Aileleri 20 yıldır yanıyor. Ama buna neden olanlar ebediyen yanacaklar.

"Kim bir mümini kasten öldürürse, cezası, içinde ebedi kalacağı cehennemdir. Allah ona gazap etmiş, lânet etmiş ve onun için büyük bir azap hazırlamıştır."
Nisa, 93. 


Din, sadece kişinin kendi içinde yaşaması gereken bir şeydir. Bırakın devlet işlerini, insanın günlük hayatını bile etkilemeden, huşu içinde yaşanmalıdır. Hatta gizlice, kimse bilmeden yapılan ibadetler daha da sevaptır derler.

Şimdi bir ülkenin başbakanını düşünün ki "dindar gençlik yetiştirmek istiyoruz" diyor.

BEN. Nasıl yetişeceğime ben, ve anam babam, ailem karar verir. Sen değil. Ben pekala dindar da olurum, iyi bir insan da olurum. Senin görevin, bana eğitim vermek. Beni doyurmak. Beni mutlu etmek. Güvenliğimi sağlamak. Adaletin hak ile tecelli etmesini sağlamak. GERİSİNE, KARIŞMA. Senin dininden bana ne, benim dinimden SANA NE?

Ama bu kişi, benim saydıklarım hariç, gerisinin hepsine karışıyor.

Gezi Parkı ile patlak veren olaylar da tamamen bu mantığın dile gelmesidir. Umarım sonunda ne istediğimizi anlamışsınızdır. Dünyayı herkes "Din" ile yorumlamak zorunda değil. Bunu zorunlu kılan Tayyip Erdoğan, bazılarının gözünde büyük bir insan, dini yayan ve savunan bir kahraman.

İşte daha önceki kahramanlar paylaştığım videoda görülüyor.

Recep Tayyip'in, bu videodakilerden mantık olarak hiçbir farkı yoktur.

Bizim de isyan ettiğimiz şey bu zaten.

Dindar olmayanı insan saymayan, cahil ve kör zihniyet.

Din aslında güzel bir şeydir. Hangi din olursa olsun. İyiliği, güzelliği öğütler. Kötülükten imtina etmeyi öğütler. Düzenli yaşam sağlar. Kendi aklını kullanmak istemeyene bir ödül vaat ederek akıl olur ve kaosu engeller. Ruhun ihtiyacıdır hem inanç. Huzur verir, idrak edemediği bir kudret kaynağının kanatları altına sığınmak, güven duygusu verir. Evrende yalnız olmadığımızı fısıldar.

Ama bir yandan da çok tehlikeli bir silahtır. Bu silahı orta çağdan beri etkili şekilde kullananlar, dini sadece insanları korkutmak için kullananlar, dinin savunduğu şeylerin tam tersine neden oluyordur. Düzene ve güzelliğe değil, kaosa ve çirkinliğe.

Ayrıca birçok insan, dindar olmasa bile dört dörtlük insanlardır. Din, göreceli bir kavramdır ve isteyen istediği gibi inanmakta özgürdür.

Artık dini yanlış anlamayı bırakın. Dindar olmayan insanın iyi insan olmadığı, hatta cezalandırılmaya, ölmeye layık olduğu düşüncesi, Yemin ederim ki, dini din olmaktan çıkarıyor.

Eğer gerçekten öbür dünyaya inanıyor olsalar, herkesin ne hakettiyse zaten öbür tarafta yaşayacağına inanır ve insanlara baskı yapmayı, onları kendi sığ mantığına göre cezalandırmayı kendilerine hak görmezler.

Madımak'ta olanları unutmayın, unutturmayın. Şu an ülkede olanları da iyi anlayın. Din sömürüsüne kanmayın ve gaza gelmeyin.

Direnişe tüm gücümüzle devam. Bu zihniyet yok olana, geldiği karanlığa geri dönene ve Din kavramı tekrar temizlenene kadar.







5 Haziran 2013 Çarşamba

Doğukan Usta

(Orjinaline saygı: http://www.youtube.com/watch?v=ZUkXwPKjYnI)



Bak beyim, sana iki çift lafım var. Koskoca başbakansın. Paran var, gücün var, her şeyin var. Milyonlarca kişi yönetiyorsun. Yakışır mı sana gençliğin umutlarıyla oynamak? Yakışır mı bunca günahsızı, çocuğu çoluğu yaşlıyı sokaklara döküp kafalarına gaz bombası attırmak, tutuklatmak?

Ama nasıl yakışmaz... Sen değil misin kendi öz halkına çapulcu diyen, bir damlacık hakkı hukuku çok gören, birbirine düşüren. Anlamıyor musun beyim? Bu insanlar birbirini ve ülkesini seviyor.

Ama ben boşuna konuşuyorum. Hoşgörüyü tanımayan adama hoşgörüyü anlatmaya çalışıyorum.

Hıh... Sen... Büyük yönetici, otoriter, ülkenin sahibi Tayyip bey... Sen mi büyüksün?

HAYIR. BEN BÜYÜĞÜM. BEN. DOĞUKAN USTA.

Sen benim yanımda bir HİÇSİN anlıyor musun. Bir HİÇ. Gözümde pul kadar bile değerin yok.

Ama şunu iyi bil: Ne halkıma, ne ülkeme hiçbir şey yapamayacaksın. Yıkamayacaksın. Dağıtamayacaksın. Birbirine düşüremeyeceksin. Mağlup edemeyeceksin bizi.

Çünkü biz birbirimize baskıyla zorbalıkla değil, sevgiyle bağlıyız. Bizler birbirimizi seviyoruz. Biz bir AİLEYİZ. Biz, güzel bir aileyiz. Bunu yıkmaya senin gücün yeter mi sanıyorsun?


Dokunma artık halkıma... Dokunma insanlarıma... Dokunma ülkeme... Dokunma birlik beraberliğimize...

Eğer onların kılına zarar gelirse ben, ömründe bir mahalle muhtarını bile incitmemiş olan ben, Doğukan Usta, hiç düşünmeden çıkar oradan indiririm seni.

Anlıyor musun. İndiririm, ve dönüp arkama bakmam bile.

21 Mayıs 2013 Salı

Yata yata Nazilik?

Çağımızda birçok kişi için veba gibi kaçınılacak bir olgu olan, bazıları için gururla, patriotik duygularla koşa koşa gidilen, diğerleri için ise sadece sıradan bir görev bilinciyle "aradan çıksın" amacıyla teslim olunan; ama neresinden bakılacak olursa olsun önemli bir safha olan "Askerlik" olgusunu atlatmış olduğumu söyleyebiliyor olmaktan dolayı mutluyum.

Aslında mutlu değilim de, ne bileyim, insan uzun süre boyunca planını programını yaptığı, hayat planlarını dayandırdığı, önünde daima somut, heyhula gibi duran bir engeli aşınca, ister istemez "oh be" diyor. Tıpkı final döneminde son finalin de bitmesiyle yaşanan rahatlama gibi. Evet, mutluluk değil rahatlama diyebiliriz buna.

155 gün boyunca birçok şeye maruz kaldım. Bunların hepsini sıralayacak değilim, korkmayın. Ama en bariz olanlarını askerlik kafasından ve terimlerinden uzak şekilde, daha sosyal tabirler kullanarak maddeler halinde kısaca listelemek isterim:

-İnsanlarla iletişim kurmayı öğrendim. Şunu gördüm ki, asıl marifet, anlaşabildiğiniz, kafa yapınızın benzer olduğu insanlarla değil, size birebir zıt, düşünce olarak, anlayış olarak, eğitim olarak, sosyo-ekonomik olarak bambaşka bir kesimden gelmiş insanlarla anlaşabilmek. Gerçek sosyallik buymuş. Hani "feys"teki arkadaş sayınız, instagram'da kaç arkadaşınızın çektiğiniz fotoğrafı beğendiği ile sosyallik olmuyormuş. Burada cCc Bahçeli Reyiz cCc'in de dediği gibi "ossosaltı essnik vörsün" (36 etnik köken)den insanla haşır neşir olmak durumundasınız. Buna, aynı yerde yatıp kalktığınız, günün 25 saatini beraber geçirdiğiniz silah arkadaşlarınız da dahil, sizin üzerinizde 155 gün boyunca mutlak bir gücü olan komutanlarınız da. Nöbet esnasında 2 saat boyunca, normalde en ufak bir bilgi alışverişi veya dialog yaşamayacağınız biriyle uzun uzadıya sohbet etmek zorundasınız. Neden zorundasınız? Çünkü 1 m²'lik bir alanda yan yana duruyorsunuz. Adam psikolojik sıkıntıları olan birisi olabiliyor, cebinde ağzına kadar dolu şarjörleri var, ve siz orada durup onunla sohbet ediyorsunuz. Beni gerçekten çok zorlayan bir sınırdı bu Sosyolojik sınır. Ama yine de diğer kısa dönem'ler arasında diğerleriyle en iyi iletişimi kuran olduğumu düşünüyorum. Birkaç ufak sürtüşme dışında büyük bir olay olmadığı gibi, iyi veya kötü gittiğimize üzüldüklerini bile düşünüyorum. Tabi 460 gün askerlik yapmalarının acısını muhakkak orda veya burda bizden çıkarmaya çalışmışlardır, defalarca anlatmamıza rağmen, bizimkinin adaletsizlik olduğunu düşünüyorlardır içten içe. Ama mantıklı ve düzeyli iletişim kurmayı başardık diye tahmin ediyorum. Ha, yeri geldi el kol şakası kıvamına bile geldik kardeşlerimizle, bu da bizim içimizdeki "uzun dönem"in ortaya çıktığı anlardı.

-Yeteneklerimin çok dışında işlere bulaştım. Normalde hiç kimse bana 26 yıl boyunca gelip "al bu fırçayı, çekici, el arabasını, balyozu, tornavidayı, şu şu işi yap" demedi. Hatta heves edip "dur ben de deniyeyim" diye elime bir alet edevat alınca "dur bırak sen bana ver" dendi. Burada işgücü ve profesyon dalları kısıtlı olduğu için ve birliğin yapısı itibariyle (Geri Destek) herkese iyi kötü her işi yaptırabiliyorlar. Gerçekten çok geniş yelpazede işler yaptım. Bunların hepsini sıralamak istemiyorum ama yeri geldiğinde önemli evrakların Word/Excel üzerindeki tanzimini de yaptım, yeri geldiğinde ellerimi kollarımı olancasıyla 10w-40 dizel motor yağına da bandırdım, silah tamir ederken de görülebiliyordum, çay taşırken de, elimde balyozla beton kırarken de (bina  yıkmak, yapmaktan daha zevkliymiş).

Silahlarla uğraşmak ise sanırım en çok sevdiğim iş oldu. Çocukluğumdan beri silahlara Eugene Tackleberry'sel bir sevgi duyduğum doğrudur. Kendi isteğimle Silah Bakım kademesine geçmemin nedeni de buydu. Kısım komutanımın bendeki merakı fark ederek bana merakımı giderecek bol bol kitap tedarik etmesi de çok tatlı bir jestti.




Silah Bakım kademe'sinde ve genel olarak "Tamir" birimi olan Kademe'deki ilk ve tek Kısa Dönem'dim, belki de sonuncusuyum. Çılgınlığı tahayyül etmeniz için bu söylediğim yeterli olur heralde. Zaten beni manyak manyak ter atarken gören komutanlar "noldu, mutlu musun kısım değiştirdiğine?" diye alaycı tavırlarla soruyorlardı. Önceki kısımda tek işim sigara dumanı soluyarak bilgisayarsal işlere bakmak ve diğer zamanlarda devlet memurundan bozma komutanlara çay taşımaktı. Sonraki görevlerim ise minimum 8 STR ve 6 DEX isteyen işlerdi. Hele de apansız şekilde denetlemeye tabi tutulduktan sonra 40 gün boyunca mesai cezasına çarptırılan yer o yeni geçtiğim kısım olunca, "işte askerlik bu" dedim kendi kendime. Belki bunu okuyanlar bana kızıyordur, "yatış askerlik varken enayi misin lan" diyordur ama, ben hiç pişman değilim bu durumdan. Askerliğin o kadar boş bir şey olduğuna inanmak istemedim, şöyle askerlik yapmak istemedim:




Özetle, bir emir verildiğinde durup duraksayıp Cem Yılmaz'ın dediği "Professional Orientation in Turkish Army" konusunu düşünüyordum. Adam az bile söylemiş. Sonuç: fiziksel olarak bolca yoruldum ama gerçekten zihniyle çalışmaya alışmış biri için bedensel iş yapmak farklı bir duygu, gerçekten bir şeyler inşa etmek veya ham kol gücüyle çalışmak. Ayrıca güzel bir antrenman oldu. Ağır iş yapılacağı zaman hiçbir zaman kaçmadım. Hatta benim asıl kaçtığım, asıl yeteneğim olan bilgisayar işleriydi. Excel tablolarından midem ziyadesiyle bulandı.

-Az yiyecekle yaşamayı öğrendim. Adamların yemeği veriş ölçüsü kaşıkla, kepçeyle değil, gramla, ons'la. Ama bu konuda orduyu suçlamıyorum, spesifik olarak o kışlanın amirini suçluyorum. Yemek son derece kötü ve miktar olarak yetersizdi ama bunu asla kabul etmek ve düzeltmek yoluna gidilmedi. Ağır çalışılan bir günün, nöbetin, sporun, eğitimin ardından yediğiniz 14 bulgur tanesi, doğal olarak gücünüzü toplamanıza yetmiyor. Epeyi kilo verdim.

-Sabırlı olmak erdemdir. Sabır kolay kazanılan bir yeti değil. Ama her konuda sabırlı olmaya zorlandığınız tek yer askerlik. Şimdi bu konsept bir çoğuna anlamsız gelebilir: mutsuzsun, istemediğin şeyleri yapmak zorundasın, hiçbir açıdan özgür değilsin, neredeyse ossurduğun zamana ve şekle bile karışan bir yapı var ve senin bu yapıya uymamak gibi bir opsiyonun hiçbir şekilde yok. İşte bu konsepti algılayabildiğin, direncini kırdıkları anda, sabır mekanizması devreye giriyor. Ayrıca her fırsatta sıra beklemek, yemek için, duş için, çikolata almak için, tuvalete girmek için, çarşıya çıkmak için, her şey için sıra beklemek, tamamen sabır işi. Hiçbir iş istediğiniz anda istediğiniz biçimde olmuyor.

Şimdi bittiğini düşününce geriye dönüp bakıyorum da, kafamı sağlam şekilde kapatıp, gerçekten de layığıyla görevlerimi yerine getirdim, gücümün son damlasına kadar fayda sağlamaya çalıştım. Bunları yüksek bir milli bilinçle yapmadım, zira oradaki yapının milliyet seviyesinde pek bir faydası yok, genel olarak kendi kendini çekip çevirmeye zor yeten bir yapı maalesef. Ama görev bilinci ve sorumluluk duygusu ile hareket ettim ve ordu da bu durumdan ziyadesiyle memnun kalmış olsa gerek ki arkadaşlarım arasından sadece beni "Üstün Hizmet Belgesi" ile ödüllendirdi.

Tabii ki sövdüğüm, bunaldığım, şafak saydığım günler oldu, komutanlarla papaz olduğum günler oldu, özlem duyduğum, daraldığım günler oldu. Ama bunlar da herkesin bildiği gibi, askerliğin en has duyguları. Hatta arabeske vurup nasıl şarkılar yapılmış askerlikle ilgili, zannedersin Metris cezaevindeyiz.

Ama açık ara en büyük sıkıntım, sanki her şey böyle abuk kalacakmış, normale dönmeyecekmiş gibi gelmesi. Kafam hala bulanık, algılarım ve zihnim hala flu, kasıtlı olarak aşağıya çektiğim IQ'm hala oralarda dolanıyor. Bu beni korkutuyor ve bunaltıyor ama sanırım bunun geçmesi de bir zaman meselesi.


Her neyse, bir şekilde bunları atlatıp son günlere geldim. Bundan sonra gidecek olanlara sabır diliyorum. Ve her şeyden çok, kabullenme ve sorgulamama tavsiye ediyorum. Ben askere "not a big deal" diye gidip, "hmm aslında o kadar da basit bir şey değilmiş" diye yaşayanlardandım. Ama gerçekten askerliği gizliden gizliye severek yaptım, o kafayı başka bir yerde yaşayamayacağımı çok iyi biliyorum.

Bizden önce 150'den fazla kısa dönem kafilesi gitmiş, bizden sonra da 351 (onlar geldi zaten), 353, 355, 357 KD falan gidecek. Önceden gidenlere söylüyorum: gerçekten askerliğin anlatılacak çok fazla şeyi varmış ve siz anlatılması gerektiği gibi anlatmamışsınız hiç. Ama hak veriyorum, askerlik bittikten sonra insanın kafasında "ne oldu tam hatırlamıyorum, bi şeyler oldu, saçma bi olaylar oldu ve bitti" diye abuk bir bulamaç kalıyor ve anlatacak şey bulamıyorlar. Bir de askerlik anlatılarak aktarılacak bir şey değilmiş cidden.

Gidecekler için söylüyorum, siz siz olun, orada gördüğünüz hiçbir şeye şaşırmayın.


Ne concon, ne tiki
Şafak sadece İKİ

Bkm. Onb. Doğukan Tunç - ANKARA

23 Mart 2013 Cumartesi

Chronicles of a naive Corporal

Askere geldim. Şu anda bot bağlayalı tam 93 gün olmuş. Çarşı iznindeyim. Kadıköy'de bir internet kafede oturuyorum. Yanımda yöremde Counter, LoL falan oynaan insanlar dolu.

Söylemek istediklerimi 2 başlık altında topladım.

Birincisi, genel olarak askerlik olgusu ve benim onunla ilgili düşündüklerim.

Askerlik zor bir şey çünkü fiziksel, zihinsel ve ruhsal bir yük. Türkiye'nin neresinde askerlik yapıyor olursanız olun bu geçerli. "En iyi askerliğin bile a.q." dedikleri olay gerçek. Normal hayatınızda yüzüne bile bakmayacağınız, baksanız da muhatap olmayacağınız insanlar, size emir verebiliyor, çay getirtebiliyor, çamura yatırabiliyor, soğukta saatlerce bekletebiliyor, yüzünüze karşı dalga geçebiliyor. Bu, duyduğuma göre Batı'da askerlik yapan kişilerin daha fazla karşılaştıkları bir şeymiş. Doğu'da komutanlar daha toleranslı, daha hoşgörülü oluyor derler.

İlk başlarda sıkıntı yaşasanız ve ortamı yadırgasanız da, bir yerden sonra mümkün olan en hızlı ve en basit şekilde ihtiyaçlarınızı (yemek, temizlik, uyku, eğlence vs.) giderebiliyorsanız, artık askerliğe ve o ortama adapte olmuşsunuz demektir.

Fakat bu aktiviteleri yerine getirirken, bilimum zorluklara katlanırken, estetikten, keyiften, güzel şeylerden sürekli olarak mahrum bırakılan beyniniz ve vücudunuz, kendini kapatmak, tamamen asker olmak isteyecektir. Eğer buna izin verirseniz çok rahat bir askerlik geçireceksiniz. Fakat "kafa açmak" dediğimiz şeyi yapar da sivil hayata, geride bıraktıklarınıza, normal insan gibi muamele görmeye özlem duyarsanız, o şafak sizi sıkıştırır, geçmek bilmez.

Benim şahsım adına sıkıntılarımın çoğu askerde olan olayların getirdiği fiziksel yüklerinin zihne ve ruha yansımasıyla ilgili, ya da sosyal olarak uyumsuzluk yaşamam. Bu ikinci söylediğim zaten çok büyük bir faktör. Yer yer o kadar manyaklaşıyorum ve "asker" kafasına giriyorum ki, kendimi tanıyamıyorum. Küfürler müfürler, ne bileyim çirkin davranışlar. İlk başta etrafımdaki cehalet ve sosyal doku çeşitliliğine karşı izole olmaya çalıştım. Ama bunu başarmak uzun vadede çok zor, hatta imkansız. Bir yerden sonra asimile olarak onlardan biri oluyorsunuz. 300-400 gündür orada olan adamın size benzemesi, daha düşük bir ihtimal.

Diğer bir şey ise "çarpılmak" denen, bir komutandan azar işitmek veya yaptırıma maruz kalmak. Zaten bir insana verilecek ceza, onun bedenine de uygulansa, psikolojisine de uygulansa sonuçta en son zihnine etki etmesi için tasarlanmıştır. Ama bunun haricinde direkt olarak psikolojinize yönelik verilen cezalar vardır ki, bence bunlar belli bir yaşa ve birikime sahip insan üzerinde daha etkilidir. Medeni her kişi, karşısındaki insan ona hakaret ediyor veya azarlıyorsa kızar, üzülür ve demoralize olur.

En basit örnekle, bulunduğunuz birimde birisinin işlediği suç nedeniyle tüm birim (Bölük, Tabur, Grup, Alay, vs.) cezalandırılır. Çünkü askerde 'cezalar toplu, ödüller bireysel'miş.

Burada ceza, sizi uykudan mahrum bırakmak, yormak, üşümenize neden olmak, aç kalmanıza neden olmak olabilir. Ya da dediğim gibi, ruhsal entegritenize saldırı şeklinde olabilir. Ama ceza ne şekilde olursa olsun, iyi bir asker ve/veya insan olmak isteyen, bilinçli ya da yarı bilinçli her insanın kaçınacağı ve maruz kaldığında canının sıkılacağı bir durumdur.

Nizami şekilde askerlik yapan kişi, askerliği veya görevini s*kine takmayan kişi yüzünden ceza almaktan dolayı çok rahatsız olur.

Bir de şehirde doğmuş büyümüş, silahları yalnızca bilgisayar oyunlarında görmüş kişi için askerlik önce oyun gibi görünüyor. Ama işin içine girince aslında ne kadar ciddi bir iş yaptığınızı anlıyorsunuz. Elinizde size zimmetli bir silah var, bununla insan öldürme eğitimi ve yetkisi alıyorsunuz.

Genel olarak askerlik olayının insanı şizofreniye yaklaştıran, gel-git yaşatan bir doğası olduğunu gördüm. Bir dakika önce hayatınızdan çok memnunken, hemen sonrasında "allahım, burada napıyorum lan ben" diye düşünürken buluyorsunuz kendinizi.

Spesifik olarak benim askerliğime gelirsek, İstanbul'da, Selimiye 1. Ordu Karargâhında yapıyorum askerliğimi.





Selimiye, Üsküdar'a bağlı, Kadıköy'e çok yakın, Harem'in hemen karşısında bir kışla.



Tarihi Selimiye Kuleleri'nde askerlik yapmak, çok güzel bir ayrıcalık, bunu inkar etmem imkansız.



"Bakım" (Ordu Donatım) sınıfına müdahilim. Beni neden, neye dayanarak bu sınıfa layık gördüler bilmiyorum. İlk başta yazıcı yaptılar bilgisayar kullanmayı biliyorum diye. (Sanki über bir teknoloji kullanıyorum amskym.) Ardından kendi isteğimle Silah Bakım kısmına geçtim (hehe).

Şu anda tüm 1. Ordu'ya mensup birliklerin hafif silahlarının tamir ve bakımını yapan Silah Teknisyeni'nin yanında çıraklık yapıyorum.

Bu bilgilerin bana 2 ay sonra bir faydası olacak mı? Muhtemelen hayır. Ama mutlu muyum? Evet. Çünkü beynimi stimüle eden, beni enterese eden bir iş yapıyorum.

Kendimi bildim bileli silah endüstrisine ve militer teknolojiye meraklı bir insanım. İtiraf etmeliyim ki askerlik tahmin ettiğim gibi değilmiş. Beklediğimden çok daha lakayt, disiplinsiz ve çürümüş. Zaten beni şuradaki günlerimde en fazla yaralayan şey bu. Vatana millete faydası olmayan bir ordu (gerçek anlamda ordu) adam, bir oraya bir buraya yürüyor, boş boş vakit geçiriyor, arazi olmaya, işi yanındaki adama kaktırmaya çalışıyor. Bir içtimaya girmemeyi, nöbet tutmamayı marifet sanan, "abi d*şşak bastı", "bu şafaktan sonra ben mi tutayım?" gibi değişik cümleler kuran adamlarla aynı yerde bulunmak enteresan.


Kısa dönem askerler ile uzun dönem askerler arasındaki muhabbet ise her zaman olduğu gibi Sosyologlar için 100 yıllık materyal teşkil edecek cinsten. Her fırsatta onların bizden daha güçlü, veya daha çevik, veya daha marifetli olduğundan, kısacası bizden daha iyi asker olduklarından, bizim yaptığımızın askerlik olmadığından dem vurmaya çalışmaları ilk başta sinirimizi bozsa da, bir yerden sonra sallamamayı öğrendik. Nitekim, gün içerisindeki aktivitelerimiz sonucunda komutanlar tarafından değer verilen yetilerimiz olduğunu farketmeleri bu huylarına bir son getirdi. IQ'su düşük ama EQ'su yüksek insanların, bunun tam tersi kişilerle münasebeti her zaman enteresan olmuştur zaten.

Yemekler kötü. Yıl olmuş 2013, hala askere havuç soydurup yemek yaptırıyorlar. Hem de burası Doğu'da küçük bir kışla değil, İstanbul'un göbeğindeki 1. Ordu Karargahı. Bazen bir çorba geliyor, yağ ile suyun değişik bir karışımı. İçilmesi imkansız. Yemekler de bazen güzel (ayarlı), bazen de çok ayarsız. Çoğu çöpe dökülüyor.


Diğer fasiliteler oldukça iyi durumda. Kulelerden birinde, en tepede Florence Nightingale müzesi var ama henüz göremedik.

Bugün şafağım 62. Kafam biraz dolu, yorgun ve uykusuzum. 4 saat (5-7, ardından 7-9) nöbet tuttuktan sonra çarşıya çıktım. Önceki gün mıntıkalarımız beğenilmediği için ceza olarak tüm kışlada mıntıka yaptık. Cep telefonu yakalatanlar oldu, hepimiz ceza aldık. Bu tür şeylere artık alıştım.

En büyük git-gellerim, askerliğe sövme ve "aslında o kadar da kötü değil" deme şeklinde oluyor. Öyle saçma bir şey oluyor ki, "vay arkadaş, gelen kafamı s**yim" diyorum, sonra bir insanlık, bir medeni hareket karşısında "aslında iyi insanlar da var" diyorum. Ama ne olursa olsun averaj olarak kötü bir yer, ve gereksizliği neredeyse kesin.

Klasik geyik şu şekilde: bu kadar askeri boşuna burada tutup masrafını karşılayacaklarına, o masraflarla elit küçük bir teşkilatlanma kurup Amerika'daki sistem gibi harekat bölgelerine göndererek profesyonel askerlik sistemine geçmemesinden duyulan esef ve kınama. Bizim açımızdan düşününce mantıklı tabi. Ama bu olay öyle kolay bir geçiş değil.

Neyse, şimdi çarşı iznim bitmek üzere, ilk izlenimlerim bu şekilde. Daha sonra bu yazının devamını yazmak üzere geri geleceğim. Hatta içeride günlük gibi bir şey de tutuyorum, onları buraya aktarıcam. İÇERDE ÇOK SIKILIYORUM LAN.

6 Eylül 2012 Perşembe

The Dark Side of the "Moi"


İçinde ikamet ettiğim süre boyunca beden denen bu harika yapıyı inceleyen bir ruh olarak, her gün yeni bir özelliğimi keşfediyorum. Bu incelemeler esnasında da enteresan bulgulara rastlıyorum. Bu bulgular, kendimi, dolayısıyla tüm insan ırkını (Evet, ben de insanım.) anlamamı sağlıyor. Son zamanlarda en çok dikkatimi çeken şey, ne kadar Dual bir kişiliğim olması. Şizofreni gibi değil de, daha çok gitgelli Character Phase Shift gibi. Belki de başka bir özelliğim olan "Adaptability", bunu gerektiriyordur. Tıpkı bir "ikiyaşayışlı" gibi. Canı isteyince suya giren ve o sessiz, duru ortam, onun doğal ortamıymış gibi huzurla takılan, canı isteyince karaya çıkan ve karada yaşayan canlıların arasına karışan amfibi sürüngenler gibi.

İnsanlar bazen yaptığım bir şeye anlam veremiyorlar. Bunun nedeni, aslında suya girmek istediğim halde karada kalmaya devam etmem oluyor. Neden suya girmek istediğim halde karada kalıyorum? Çünkü eşşeğinz... neyse. Günlük hayatın gerektirdiği durumlardan dolayı diyeyim.

-Kimi zaman sıvı enerjiden mamûl, psikopat gibi hareketli ve canlı kıvamda, kimi zaman götündeki bir kas demetini bile hareket ettirmekten aciz, sürekli uyumak isteyen, yorgun ve 75'lik dede gibi mızıldanan

-Çoğu zaman son derece sakin ve ılımlı, herkesle iyi geçinmeye çalışan, ama bazen... Çok nadiren de olsa bam teline (bammmm) basılınca Rage açan, o sakin yapının (Bruce Banner) yok olup içinden bir Hulk'un çıkması. Yani aynı anda hem pamuk gibi, hem de potansiyel bir sinir hastası olan (bu kısım benim de rahatsızlık duyduğum bir şey, çünkü bundan mutlu muyum? hayır. ama sinirimi ortaya çıkarmam için GERÇEKTEN ama bak....... GERÇEKTEN çok üstüme gelmiş olmanız gerekiyor, ve zaten o Rage'e maruz kalıyorsanız, bunu hakettiğinize yürekten inanın. hani, o anda yaptığınız bir şeyden dolayı değil ama kümülatif olarak o öfkeyi orada biriktirmişsiniz demektir.)

-Genelde temkinli ve riski sevmeyen ama bir yandan "bakalım neler olacak" diye manyak manyak risklere giren, gözü karalık yapan, adrenalin arayan

-Kimi zaman bir su aygırı kadar iştahlı, obur ve Vedat Milor gibi lezzet düşkünü; kimi zaman Bear Gryllis kadar ekonomi sınıfı, az tüketen, günde 1 öğünle yetinen ve iştahsız

-Yeri geldiğinde arı gibi çalışkan, azimli ve kompetan; kimi zaman ise mücadeleden nefret eden, hatta tembelliğe varan bir pasifizm içinde olan

-Çoğu zaman esprikli, neşeli ve sürekli gülmeye hazır; bazen de yüzündeki tüm mimikleri ölmüş gibi hisseden, şakaya ve sululuğa tahammül edemeyen, ciddi ve çekilmez bir adam olan

-Kimi zaman arkadaşlarla, eşle dostla vakit geçirmekten hoşlanan ve sosyal iletişimi güçlü olan, dışarıda vakit geçirmeyi seven, ishal gibi konuşan; kimi zaman ise dışarı adım bile atmadan evde sessizce oturup 10 metre etrafında canlı varlık hissetmek istemeyecek kadar içine kapanıklaşan ve konuşmak istemeyen

-Çoğu zaman kendinden başka kimseye kışt demeyen; kimi zaman ise tezcanlı, panik ve "karışan" haline gelen

-Kimi zaman zihin aktivitesi Off-Chart olan ve her türlü zeka gerektiren problemin *mna koyan; ama arada sırada (kafayı overclock'ladığından olabilir) beyninden duman çıkarak gezen ve en ufak düşünsel aktivite karşısında "ekşi engine sıçtı" sinyali veren (Scumbag Brain)

-Kimi zaman duygularıyla çok barışık ve onları rahatça ifade edebilen; kimi zaman Sheldon Cooper'ın yaşayan formu haline gelen ve his adına her şeyi bastırıp dünyayı %100 analitik algılayıp, elektronik devre gibi düşünen ( 0 1 )

-Kalıplardan ve sınırlardan gerçek anlamıyla nefret eden, ama bazen kendisi kalıpçı ve

-Çoğu zaman çok kararlı olan, hızlı karar veren ve verdiği kararların sonucu kötü olacaksa da üzerinde durmayan ve hiç pişmanlık duymayan; ama nadiren de en ufak hareketten önce 20 kere düşünüp ikirciklenen, veya yaptığı bir şeyin sonucu kötü olunca oturup "hay kafama sıçiyim, neden böyle yaptım?" diye hayıflanan

-Çoğu zaman (ki bu %90'a tekabul eder) geçmişe veya geleceğe takılmayıp içinde bulunduğu şartları tek değişken kabul ederek yaşayan (CPU cache'im küçük olduğu için bu böyle aslında), asla geçmişin pişmanlığını veya geleceğin kaygısını barındırmayan, kendisiyle ve hayatıyla barışık olan; ama nadiren (genelde gece kafayı yastığa koyunca) geçmişi irdeleyip "Oh God Why Did I Do That ( http://alltheragefaces.com/img/faces/jpg/disgusted-oh-god-why-text.jpg )" diye sıkıntılanan veya geleceği düşünüp içi sıkışan/sabırsızlanan

-Titiz olan ama aynı zamanda dağınık olan, hijyene düşkün olan ama aynı zamanda "kirlenmek güzeldir" düsturu da olan

-Troll'lüğü seven ve Troll'ü Yaşatma Derneği'ni kuran ama aynı zamanda trollenince sinirlenen

-Dışardan baksan bakımlı, temiz yüzlü, efendi çocuk olan ama içinde korkunç bir bohemlik ve derbederlik de barındıran

-Normalde çok kibar ve saygılı olan, insanlarla konuşurken telaffuzlarına ve cümlelerine çok dikkat eden, topluma açık alanlarda küfür edildiğinde en önce tepki veren; ama bir yandan rahat bir ortamdaysa, samimi arkadaşlar arasında veya canı bir şeye sıkıldığında tam bir barzo olan, hatta bu rahat ortam/can sıkkınlığının dozuna göre küfür ederek çok rahatlayan (kafayı dolaba mı vurdum? gitti dolabın anası bacısı.)

-Genelde özgürlükçü ve geniş olan; ama kimi zaman çok sert, otoriter ve disipliner olan, gelecekte çocuğuna büyük psikozlar yaşatacak olan

-Genelde insanları çok iyi anlayamayan, iç dünyalarını göremeyen, ama nadiren de olsa tam 12'den vurarak ciğerini elleyen (belki de şanstır? belki de genelde kafamı dışarı uzatıp bakmadığım, hep kendi iç dünyamla ilgilendiğim içindir?)

-Genelde maddeye, materyale bağlı olmayan, parayı sevmeyen; ama parayı harcamayı da seven (ki harcayabilmek için para olması lazım xD) bir de birkaç belli başlı somut cisme bağımlı olan. (bilgisayarım, terliğim, gitarım, halı ve AYRAN.)

-Sevdi mi tam ve hardcore seven, sevmedi mi beyninde o kişiyi öldüren (zaten bu ikincisinin sayısı baya bir az)

-Analitik, Determinist ve Reelist (Nerd) ama aynı zamanda Mistik, Soyutçu ve obskür düşünce yeteneği güçlü olan (Spiritual)

-Üsttekiyle bağlı olarak: Teknolojiyi, şehir hayatını ve onun rahatlıklarını/renklerini çok seven ve takdir eden ama bu kavramlardan bir o kadar da nefret eden, her şeyin amk diyip çekip gidip bir dağın tepesinde küçük bir kulübede yaşamak ve tüm gün meditasyon yapmak isteyen

-Hayattaki tek amacı bilgi edinmek olan, din olarak addettiği tek şey gerçek bilgi (episteme) olan, ama bazen "Ignorance is bliss"e de inanası gelen

(yok, bu üsttekini tekrar düşündüm de, bu ben değilim. Cehaletin iyi bir şey olduğunu söylemek, sadece mallığını şovmenlik olarak göstermek isteyen patateslerin ürettiği bir cümle olabilir. Her şeyi, ama HER ŞEYİ bilmek gerekir, bu sana basit ve "mal" yani "büyükbaş hayvan" anlamında mutsuzluk getirebilir ama gerçekte saf, damıtılmış mutluluğun ta kendisi bilgi'dir.)

-Aklıma gelmişken, felsefeden nefret eden, ama felsefenin bu dünyada tutulabilecek en anlamlı aktivite olduğunu düşünen (Lise 3'te, "ben felsefeyi hiç sevmem, ne o öyle suje obje bilmemne" dediğimde felsefe hocası, "şimdi mal mal konuşuyosun ama, sen ilerde felsefeyi çok seven biri, hatta iyi bir düşünür olacaksın, görürsün" demişti. Kadın Elrond çıktı beyler.)

(Yukarıdakine benzer şekilde, ne zaman büyük konuşsam, suratımda patlar. "Yapmam etmem" dediğim şeyi de yapar halde bulurum.)

-Genelde insanları çok fazla sevmeyen, insan ayırt eden ve sadece belli başlı kişilerle arkadaş olan, kimi zaman da insanlara karşı acıma ve empati/sempati besleyen


bir insanım.

Daha nicesi var da, aklıma şu an gelenler bunlar.

İşte böyle zıt uçları tuttuğum için yıllardır "Karakter"imin ne olduğunu bulamadım. Ama aynı zamanda çok sağlıklı ve başarılı bulduğum bir karakterliliğim de var. (Al sana bir tezat daha). Yer yer Kaosu savunan, iyiliğe inanan biri (Chaotic Good), kimi zaman düzeni ve kanunun gerekliliğini savunan bir nötr (Lawful Neutral) oldum. Ama artık düşünüyorum da, bir çubuğun iki ucunda ağırlıklar varsa, bu çubuğun ağırlık merkezi tam ortasıdır. O yüzden ben de artık "True Neutral" (tam nötr) olduğuma ve karakterimin bu olduğuna inanıyorum. Yaş ilerledikçe değişik yaklaşımlar ve belki de majör değişiklikler olacaktır mutlaka. İnsanın yaşı, onun level'idir. Level atladıkça yeni yeni skill'ler, perk'ler alır. Mal gelmiş mal giden biri değilse, bu perk'ler ışığında kendisini revize eder, düzeltir, veya upgrade eder.

Aslında bu dediklerimin iki kişilikliymişim gibi algılanıp, aslında öyle olmamamın sebebi şu: Kişiliklerimden bi tanesi, toplum baskısıyla şekillenen, günlük hayatın yarattığı ve insanlara karşı olan sorumluluklarımla yoğurulan Doğukan, diğeri ise özümdeki Doğukan. Ama özümdeki Doğukan'ın özünde de kendini adapte ve manipüle edebilmek, esneklik olduğu için, aslında çift kişilikli sayılmam. Sadece bunlar çeşitli maskelerim. Bazen 13 yaşında çocuk maskemi takıyorum, bazen 40 yaşında emekli asker, bazen de becerikli bir iş adamı maskemi takıyorum. Zira etrafımdaki insanlar da benim genelde tutarlı olduğumu düşünür. Ama aslında daha derine inenler, benim farklı yanlarımı keşfeder.

Bu yüzden benimle yeterince uzun zaman geçirmeden gerçek kişiliğimi anladığını zannedenler, o "Dark Side"ı görüp, "o ne lan?" olmuşlardır ara ara.

Tabi herkesin "Dark Side"ı vardır, bunu inkar eden, Dark Side'ında yalancılık ve inkar barındıran bir kişidir hatta, kendini ele verir. Ama kimisi bu yanını iyi saklar, kimisi iyi saklayamaz, kimisi de benim gibi oraya bir sürü şey saklar ve iyi saklar.

Ama tekrar söylemek isterim ki, bence bu, bir akıl hastalığı veya bir bozukluk değil. Bu, benim Dexter olduğumu da göstermez. Sadece kontrollü bir "Character Diversity" elde etmiş durumdayım. Ve bence bu "yanar döner"lik, "kişiliğini bulamama" gibi değil, aksine kendime ve insanlığa son derece faydalı bir "kompanse tekniği". Çünkü şimdi atıyorum, sadece tek yönümü seçme şansım olsa, ikisinden de vazgeçemezdim. İkisi de benim hayatta kalmam ve daha önemlisi, hayattan keyif almam için gerekli.

Siz siz olun, eğer beni iyi tanımıyorsanız, bana belli bir özelliği iğneleyip "yafta"lamayın. Benimle iletişirken benim gibi olun. Su gibi olun. Formsuz. Şekilsiz. Su olun, dostlarım.

Doğukan Tunç. Always more than meets the eye.




PS: Bitirişi de muhteşem şovlu yaptım ha.

PS2: Bu bir denemedir. Burada yazılanlar hiçbir şekilde %100 gerçeklik ve kesinlik taşımak zorunda değildir. Kendi hayal dünyamın ürünü olabilir veya yanlış tespitler içerebilir. Bu yazıyı ciddiye alarak hareket edilmemeli, veya bu yazının beni tam anlamıyla tanımladığı varsayımı edinilmemelidir. (Mind Twist)

29 Haziran 2012 Cuma

Life after Paçavra

Uzun süredir yazı yazmadığımı farkettim. Siz okurlarımı özlemiş olduğumu ve tekrar aranıza dönm.....
*VUUJJJPP* (plak durma sesi)

Naber? Hakkaten de baya uzun süredir yazmamışım. Durun bir update yapayım.

Paçavrayı aldım. Evde çekmecede duruyor. Nasıl aldın derseniz, ben de bilmiyom. Stresli oldu ama aldım bi şekilde.

"Hazırlığı hariç 6,5 sene"lik üniversite hayatımda şunu anladım: okumak bi boka yaramıyor. Şu anda okuldaki derslerde ne öğrendiysem unutmaya başladım ve unuttukça motoru açılan araba gibi uzun yolda basıyorum. Gerçi arada derslerden ufak tefek şeyleri kullandığım da oluyor. Zaten ne demişler, okulda öğrendiklerinizi süzdükten sonra geriye kalanlar gerçekten kazandıklarınızdır.

Ama "okulda" yani bu fasilite içerisinde geçirdiğim sürede öğrendiklerim oldukça değerliydi. Hüymın rileyşıns, prablım solving, kraysis menecmınt, risponsıbiliti hendıling falan. Tabi kulağa garip geliyo, sanki dev bir Enterprise yönetmişim gibi. Ama olay şu ki, beni 7,5 sene ellemeselerdi ben evden dışarı çıkmaz ve pinekler, mal gibi bir adam olurdum. Sonuçta okula gitmek durumunda kaldığım için bir şekilde yeni skill asset'ler edindim.

Bu arada aralara ingilizce kelimeler katmama hala alışamayanlar varsa, e artık alışın be amk.

Şimdi mezunum, çalışıyorum ve işimden memnunum, hayatım oldukça düzenli (ki bu benim için son yıllarda elde etmesi inanılmaz derecede güç bir şeydi), genel olarak mutluyum.

Aralık'ta askere gidicem. Ne, yüksek lisans mı? HAHAHA.

Gelince belki.

Ne diyeyim. Sanki yeni bir Era başlamış gibi. Daha güçlüyüm, çok daha akıllıyım falan. Kilo bile aldım hatta, göbek temeli attım, üstüne kat çıkmaya hazır.

Hadi şimdi gidin.

4 Ocak 2012 Çarşamba

Final Battle for The Paçavra

T.C. sınırları içerisinde milyonlarca insan üniversiteden 4 sene içerisinde mezun oluyor ve gidiyor. "Beyin Bedava" amcası gibi, ilk seneden itibaren gereğini yapıyorlar, derslere gidiyorlar, zamanında ödev teslim ediyorlar falan. O ödevler, projeler esnasında mırın kırın ediyorlar, biraz uykusuz kalıyorlar, belki 2. defa alıyorlar dersleri falan ama sonuçta o dersleri 4. senenin sonunda bitirip diploma denen paçavrayı ceplerine koyup sanki bir şeyi ispat etmiş gibi, patatese dönmüş bir beyinle serbest piyasaya girmeye çalışıyorlar. Kimisi okulunun ismi veya amcasının tanıdığı sayesinde bunu başarıyor. Ama burada vurgulamak istediğim şey, okul aşamasını öyle hızlı biçimde atlatıyorlar ki, ve aslında onlardan isteneni bilinçsizce ama tam şekilde yerine öyle iyi getiriyorlar ki, okul onlar için hayatlarının önemsiz bir 4 senesi gibi geçip gidiyor. "Bilmiyorlar ama yapıyorlar".


Fakat o kişiler, o veya bu nedenle okulunu yeterince uzatmış bir kişinin son finallerine hazırlanırken yaşadıkları stresi tahayyül dahi edemezler. Hele ki bu kişi bu aşamada bile okuluna %100 enerjisini ve zamanını ayıramıyorsa. O zaman bu kişi farklılaşmış oluyor. 6-7 sene aynı şeyle (ve benim durumumda tam istemediğim bir şeyle) uğraştıktan sonra bundan kurtulma olasılığı fazlasıyla hayali ve ütopik geliyor. Ama olmuyor mu, oluyor. Ama olana kadar insanı streslerde süründürüyor, kabuslara giriyor.


Okulun uzama nedeni, bakarsan bağ bakmazsan dağ olur prensibine dayalıdır. Derslere gidip sınavlardan önce de biraz çalıştığınızda en kallavi dersler hariç geçilir. En kallavi derslerde ise (bizim bölümümüz için Örnekleme örnek verilebilir mesela) mükemmel olmak zorundasınız. Her derse gitmek, her ödevi yapmak, sınavlardan önce sınırsızca çalışmak zorundasınız. Siz 1 derse gitmezsiniz, o derste sınavda çıkacaklara benzer sorular çözülür, ezberleyen ezberler, yapar geçer. Ama siz her dönem aynı adanmışlığı gösteremezsiniz ve 5 kere alırsınız o dersi. Kaderin güzel ve minik oyunları sayesinde sürekli 1 adım geride bulursunuz kendinizi. Hani XOX oyunu vardır ya, nolduğunu anlamadan karşıdakinin zaten sonraki hamlede siz naparsanız yapın üçlüyü tamamlayacağını görürsünüz. İş işten geçince anlarsınız napmanız gerektiğini. İşte benim okulla münasebetim hep böyle oldu. Onun gibi düşünemedim, onun kafa yapısına giremedim. Ezberle/Geç felsefesini özümseyemedim. Sürekli olarak, "bilmek", "anlamak", "özümsemek" ile geçmeye çalışırdım dersleri. 1-2 kere ufak mnemonic'leri sağa sola yazmak haricinde de hiç kopya çekmedim. Bununla ne kadar gurur duysam azdır. Çünkü bir şeyi biliyorsam biliyorumdur, bilmiyorsam bilmiyorumdur. Ama okul benim bu özelliklerimi beğenmedi. Kopya çekerek çok rahat geçen arkadaşlarımı görünce şüpheye düşüyordum ama bildiğim bildikti. O ders öğrenilecek, hazmedilecek, finalde zihnin ezber haznesinden değil bilgi haznesinden (bu kavramlar aralasında çok fark vardır) gelecek ve tüm sorular bilinçlice yapılacak, böyle geçilecek o ders. Öyle ki, bölümden mezun olunca kafamın içi çöple değil bilgiyle dolu olsun. Benim hayatımda yaptığım her şey için geçerli bu. Hiçbir şeyi iş olsun diye yapmam, bilgi ve yordamla yapmaya çalışırım. Hiç unutmam, finallere çalışılacaksa oturur, ilk günkü işlenen konulardan başlayarak tüm konuları tekrar etmeye başlar, sonra zaman daralınca bunun mümkün olmadığını anlar ve vazgeçer, hızlı hızlı yutmaya çalışırdım tüm tüm. E tabi sindiremezdim, boğazımda kalırdı. Halbuki insanlar bunu çözmüş baktım ki. Anahtar noktaları ezberliyorlar, mantığını kavramayı, o formülün nasıl türetildiğini pek önemsemiyorlar, hap gibi yutup, sindirip geçiyorlar. Sonra doğukan sınavda karalamalar, içinden çıkılamayan sorular, boş kağıtlar. Çünkü anlamadım, bilmiyorum. "Lan bırak bilmeyi öğrenmeyi, x yerine 3 yaz, sonucu bul, geç dersten!" diye çok ünlediler etrafımdakiler ama ben o şekilde yapamıyorum. Yani idealist falan olduğumdan değil, beceremiyorum öyle. Ezberim çok kuvvetli değil. Ancak gerçek idraktan ürettiğim kendi jenerik bilgimle biliyorsam yazabiliyorum onu. Bu benim metodumla okul bitirmenin ne kadar zor olduğunu anlayana kadar 3-4 sene geçmişti bile. Sonra da zaten diğer "basit" metodu özümsemem zor oldu (aslında basit olan, mantıklı olan benim yaptığım, öbürü daha zor, daha karışık ya, neyse). Hala da özümseyemedim tam, ama bir iki trick öğrendim sanırım. Geçen dönem birçok zor dersi bu şekilde verdim.


E tabi bu işlerin böyle olmasında haytalık payı da yok değildi. Her ne kadar okulu ve eğitim sistemini suçlasam da ihmalkârlığın da buralara gelmesinde payı vardır okulumun. Yoksa bir dersi 5 kere almış olmanın başka açıklaması olamaz. Ama benim de hayatım çok sakin geçmedi üniversite döneminde. Ve sürekli bir şeyler gelip tam "the moment of truth" esnasında damgasını vururdu okuluma, mesela finalden 1 hafta önce 3 gün üst üste performansta çalacak olmam. Final haftasında taşınmamız (çok şükür onlardan bolca yaşadığım için bazılarının final tarihine denk gelmesi kaçınılmazdı). Veya ne bileyim özel hayattaki çalkantılar, motivasyonsuzluk, asi genç ruhu, ne derseniz deyin. Böylece bu sorunlar okulu ikinci, hatta üçüncü plana atmama sebep olurdu. Aslında yanlış, hayatta ne olursa olsun önceliklerin belli olmalı veya gücünü bölebiliyor olmalısın. Ama yapı meselesi, Hyper Threading vermemiş yaradan. Neyse, derken derken bu olaylar, depresyonlar, buhranlar, müziğe kendini satmalar derken okul sıçtı. Hatta bir dönem gerçekten ipi salmıştım. Evde yattım ya. Öylece yattım. S*kerim okulu dedim ve yattım. Şunun gibi tablolar oluşmuştu, şu anda pişmanlık duysam da o zamanki ahval ve şerait içerisindeyken kaçınılmaz, engellenemez gibi görünüyordu:








Yani bu hareketi yaptıktan sonra yine iyi çevirdim diye düşünüyorum.

Her neyse, işin özü, benim kendimi de o zamanlar inandırdığım nedenlerden dolayı okul bi şekilde uzadı uzadı. Ama geçmişi bırakıp geleceğe gelir ve zararı nasıl telafi ettiğimi anlatmam gerekirse, geçen dönem şu yukarıdaki derslerin büyük kısmını B2 ve üzerin notlarla temizledim. Şu anda mezun adayıyım. Fakat şu son dönem kredi ihtiyacından aldığım 4 ders (Aktüerya, Felsefe, Makro İktisat, İstatistiksel Karar Kuramı) basit gibi görünen dersler olsa da, üniversite bana şunu da çok net öğretti: "BASİT DİYE BİR ŞEY YOKTUR".

Şu anda bir yandan da full time bir işim var, işimi de seviyorum ve mezun olduktan sonra da çalışmaya devam etmek istiyorum. Çalışmak çok güzel lan. Bi kere öğrencilik gibi değil, gerçek hayat ve gerçek, mantıksal kurallara göre iş yapıyosun çoğunlukla. Sonuçta ortada kazanılacak bi para var ve okuldaki gibi sana hazır damıtık verilen bilgiyi verip onu geri istemiyolar. Senin bilgi üretmen, yaratman ve onu faydaya, paraya çevirmen gerekiyor. Ben bunu daha çok seviyorum, yaratmayı, fikir yürütmeyi, mantıklı olanı. Ayrıca okula harcadığım zamandan daha az zaman harcıyorum, üstüne para vermiyorum para kazanıyorum. Ayrıca şirketim okulumla ilgili de gerçekten çok hoşgörülü ve uzlaşmacı yaklaşıyor. Fakat ne yapsam da zamanım kıymetli ve okulla gerçekten ilgilenmem gerektiği gibi veya istediğim gibi ilgilenemedim. Aklımda iş de var, okul da, özel hayat da, müzik de, bilmemne de. Okulda da devamsızlığı sorun edeni oldu, güç bela ikna ettim, karışıklık oldu, sınavlar çakıştı, hocalarla cebelleştim falan derken, bir şekilde orta notlarla vizeleri atlatıp zurnanın zırt dediği yere canlı tutmayı başardım mezuniyet hayalinin ateşini. Şu anda mezun olmamı haftaya 11-12-13 ve 18'inde gireceğim 4 sınav belirleyecek.

Şu açık ki; eğer çalışıyor olmasaydım bu sınavlar şu anda benim için o kadar büyük stres kaynağı olmazdı. Güler girer geçer diplomamı alır ve patates beynimle iş aramaya ben de katılırdım. Ama şu anda belli şeyler ilerlemekteyken beni arkadan çekiştiren bu safrayı atmak için delicesine yanıp tutuşurken stres kaçınılmaz.

Yine de bu hengameye ve strese rağmen elimden geleni yaptığıma ve birçok şeyi bu raddeye getirirken iyi bir iş çıkardığıma inanıyorum. Yani bu radde derken, şu an hayatta genel olarak bulunduğum raddeden bahsediyorum. Belki işleri herkes gibi düz yoldan yapmamış olabilirim, kulağımı tersten tutmuş olabilirim ama bir şekilde şu an geleceği hiç de bir mezun adayının görmesi gerektiği kadar karanlık görmüyorum, aksine, okul bitse de koşsam, gürlesem çağlasam, geleceğin güzelliklerine atlasam diye hayıflanıyorum.


Açıkçası kural yıkan, aykırı, cins, anarşist biri değilim ama, düzenle aramda belli bir alıp verememezlik var. Lawful (Kuralcı, kanunu seven) bir insanım ama belli bir düzende kendi kurallarım ve kanunlarım da var. Bunlara da riayet etmeye çalışırken başıma böyle nahoş şeyler geliyor. Mantık olan yerde genelde sıkıntı yaşamıyorum çünkü benim iç kurallarım tamamiyle mantıkla oluşturulmuş şeyler. Tabi bazı kurallarımı da yıkmama sebep oldu bu süreç. Haliyle uzun bi süreç (7,5 sene) olduğu için, hayatımı bile etkiledi, düşünme tarzımı, olaylara yaklaşımımı etkiledi. İşte ben 4 senede "hoop noldu bitti bu?" diye mezun olup gidenlerin çoğunun bu tür erdemleri alamadığını, kendilerine zerkedilen şeyleri söylendiği gibi otonom biçimde yapıp sonunda da mükafat beklediklerini düşünüyorum. Bu bir kıskançlık veya kuyruk acısı değil. Sadece "4 senede mezun olsam acaba ne değişmiş olurdu" diye düşününce çıkarsıyorum bunları. Kimisi mezun olduktan sonra öğreniyor, ya da hiç öğrenmeden hayatını noktalıyor. Ama yine de bence 4 sene bir okul için kısa. Sövsem de etsem de bu süre benim kafamı değiştirdi, inatçı ve mağrur köşelerimi törpüledi. Sonuçta okul benden de inatçı çıktı. Kafa tuttuğun sürece seni döven, terbiye eden çok katı bir mürebbiye gibi çıktı. Ben de bi yerde pes ettim.

Pes etmeyi öğrendim.

Risk almamayı, işi oluruna bırakmamayı, işleri şansa bırakmamayı öğrendim. Gerekirse ebeveyn gibi, eşeğini sağlam kazığa bağlamayı öğrendim.

Elimden geleni yapmayı öğrendim. Daha azını yapmamayı öğrendim.


Her neyse, özetle; okul benim kafamdaki kurallarımla ve yarattığım idealist egoyla yer yer çakıştığı için onunla anlaşamadık. Ama umarım bu ayın sonunda onunla dostça mücadele etmiş birer rakip gibi el sıkışarak ayrılacağız diye ümit ediyorum. Bana daha fazla köstek olmayacak, "hadi git, seni yeterince tuttum, daha fazla mani olmayayım, ama sen de az göt değilsin, lafımı dinlemicem diye inat ettin, hadi git bakalım, belki senin düsturların gerçek hayatta daha geçerlidir, daha çok işe yarar, belki ben seni anlayamadım" diyecek. Ben de "tabi öyle olacak, ne sandın y***rrrrğmm" diye şakalarla, nüktedan şekilde takılacağım ona, gülüşeceğiz.Ona düşman değilim, güzel zaman geçirdiğim de oldu. Ki bazen darlanıp "mezun olduktan sonra s**sen gelmem bi daha buraya üüöğğğğşşff" gibi köpürük cümleler kurmuş olsam da, gelir, bi çayını içerim arada. Belki çoluğum çocuğumla, eşimle dostumla gelirim.

Bir de giderken elime üzerinde "B.Sc." yazan (bsg der gibi) "paçavra"yı tutuşturacak. Bana, bazen zekamla ve hiçbir yeteneğimle açamadığım kapılara anahtar olmak dışında bir faydası olmayan o kağıt parçası. Ha, aslında bana faydası oldu onun. Alana kadar g*tüm patladığı için kıymeti daha fazla, okuldan daha çok şey öğrendim. Ama 4 sene sonunda alsaydım heralde gerçek bir paçavra olurdu benim için.

Hayat asıl hayatta öğreniliyormuş. Bunu yaşayan görüp bilir.


Neyse şimdi ders çalışmaya gitmem gerekiyor. Eşeği bağlayacak daha sağlam bir kazık bulmam gerekiyor.

Bu sınavlar da iyi geçip mezun olursam 24 pare top atışı yapacam. Şaka değil gerçek. 24 tane torpil alıp bölümün önünde atacam. Sonuçta benim için çok daha değerli bu diploma. Herkesin verdiğinden daha çok para verdim ben o diplomayı almak için olm.

10 Kasım 2011 Perşembe

Islamic Carnage Day

Bugün düşünürken düşünürken bi idrak geldi bana. İslam dini, canlılara zarar vermeyi yasaklıyor. Hayvanlara eziyet edince, onları öldürünce "günah" oluyor. Fakat aynı din çerçevesinde hayvan öldürme üzerine bir özel gün var. Ortalık kan gölü oluyor, hayvanlar can havliyle kaçmaya çalışıyor, zorla yakalayıp boğazına hançeri sokuyorlar falan.

Hiç bana "yemek için öldürüyoruz" demeyin, orda zilyonlarca aç insan varken sırf "sevab olsun" diye hala hayvan alıp kesip bi de o etleri inatla zaten ağzına kadar dolu olan buzluklarınıza tıktığınızı gördüm.

Mantık arıyorum, elinde fazla olan varsa beri gelsin.

Artık "dinimin gerekleri" diyerek beyninizi alıp bi kenara koymaktan vazgeçin. Ya şu hayvanları kesiyorsanız aç insanları doyurmakta kullanın, ya da hiç kesmeyin. Zaten şiş olan göbeklerinizi daha da şişirmek için durduk yere hayvan alıp kesilmez. Buna din de müsaade etmez.

Din adı altında yaptığınız şeyleri körü körüne yapmak yerine, sadece sevap olsun diye yapmak yerine, bu dünyada da bir işe yaramasını sağlayın. Yoksa ufak hesaplar adamı olursanız öbür tarafta büyük sürprizle karşılaşırsınız, benden söylemesi. Ufak hesap adamlarının başına hep gelir bu büyük tokat.