10 Kasım 2011 Perşembe

Islamic Carnage Day

Bugün düşünürken düşünürken bi idrak geldi bana. İslam dini, canlılara zarar vermeyi yasaklıyor. Hayvanlara eziyet edince, onları öldürünce "günah" oluyor. Fakat aynı din çerçevesinde hayvan öldürme üzerine bir özel gün var. Ortalık kan gölü oluyor, hayvanlar can havliyle kaçmaya çalışıyor, zorla yakalayıp boğazına hançeri sokuyorlar falan.

Hiç bana "yemek için öldürüyoruz" demeyin, orda zilyonlarca aç insan varken sırf "sevab olsun" diye hala hayvan alıp kesip bi de o etleri inatla zaten ağzına kadar dolu olan buzluklarınıza tıktığınızı gördüm.

Mantık arıyorum, elinde fazla olan varsa beri gelsin.

Artık "dinimin gerekleri" diyerek beyninizi alıp bi kenara koymaktan vazgeçin. Ya şu hayvanları kesiyorsanız aç insanları doyurmakta kullanın, ya da hiç kesmeyin. Zaten şiş olan göbeklerinizi daha da şişirmek için durduk yere hayvan alıp kesilmez. Buna din de müsaade etmez.

Din adı altında yaptığınız şeyleri körü körüne yapmak yerine, sadece sevap olsun diye yapmak yerine, bu dünyada da bir işe yaramasını sağlayın. Yoksa ufak hesaplar adamı olursanız öbür tarafta büyük sürprizle karşılaşırsınız, benden söylemesi. Ufak hesap adamlarının başına hep gelir bu büyük tokat.

24 Ağustos 2011 Çarşamba

Ebeveyn Fury

Ebeveyn Fury, ebeveynlerin kendilerini ufak, kendi çaplarında Tanrı'lar sanmasıdır. Çocukları da onların kulu oluyor bu durumda.

Çocuk doğduğu esnalarda gerçekten de onun tanrısı ebeveynidir. Çünkü o kadar savunmasız ve zavallıdır ki, iki canlı arasında o kadar muazzam bir fark (fiziksel/zeka) vardır ki, yapacak fazla bir şey yoktur, kendisini onun ellerine emanet eder.

Fakat bu canlı büyüyüp gelişirken, sürekli kendini geliştirirken, ebeveyn hemen hemen yerinde sayar. Tabi yaşlandıkça daha deneyimli olur ama, bebeğin doğumdan itibaren kazandığı deneyimin yanında önemsiz sayılır.

Bebek biraz büyüyüp çocuk olunca, kendi sosyal ortamı oluşmaya başlayınca, farklı "kul"lar görür. Onların tanrılarıyla iletişimine şahit olur. Her dinde tanrı-kul iletişiminin farklı olması gibi, her ailede anne/baba ve çocuk arasındaki iletişim de farklıdır.

Ebeveyn hala çocuk üzerinde çok büyük söz sahibidir bu yaşlarda. Tabi ki her kulun günah işlemesi, tanrının sözünden çıkması gibi, kul da tanrının sözünden çıkabilir, yaramazlık yapabilir ara ara. Ama genel olarak cezası kesin ve itiraz hakkı sıfırdır. Yemek ye dediği zaman yemek yer, uyu dediği zaman uyur.

Sonra çocuk daha da büyür. Aklı gelişir. Her akıllı canlı gibi tanrıyı sorgulamaya başlar. Gücünün sınırlarını sınamaya başlar. Daha başına buyruk hareket etmeye başlar.

Fakat bu olay tanrının hoşuna gitmez. Tanrı, kulları üstünde tam güç istemektedir. Ona olan görevlerin yerine getirilmesini istemektedir. Ama kullar artık uyanıştadır.

İşte Ebeveyn Fury bu esnalarda patlak verir. Kulunun bağımsızlığını ilan ettiğini, kendisine şirk koştuğunu farkeden Tanrı, tüm gücüyle estirip gürler.

Fakat farketmediği şey, karşısındakinin de bilgisi ve gücünün bir Tanrınınkine eşit olmaya başladığıdır. Fakat Ebeveyn, bunu kabul edemez. Onun hala zayıf bir kul olduğunu düşünür. Herkül'ün Zeus'a karşı koyması gibi, çatışmalar geçer aralarında. Halbuki Herkül de bir yarı tanrıdır ve gücü her girdiği yaşla beraber muazzam artmaktadır.

Tanrı hala ona buyruk vermektedir ama onun gücü artık bunlara karşı koymaya yetecek seviyeye gelmiştir. Ayrıca artık daha akıllıdır.

Fakat bazen, Tanrı kulunu hatasını anlaması için serbest bırakma bilgeliğini gösterir. Kulu, gücünü tam idrak edemez, büyük bir hata yapar. İşte orada, tekrar Tanrı'ya ihtiyacı olduğunu anlar.

Eğer her şey için çok geç değil, yapılan hata onarılabilecek seviyedeyse, yeni bir Tanrı-Kul ilişkisi başlar.

Ama eğer Kul, her şeyi dikkatli yapar ve gücünü ispatlarsa, Tanrı, onun üzerindeki gücünün azaldığını hisseder. Ama bunu uzun süre kabul edemez. Hala ona buyruklar vermeye, emir yağdırmaya çalışır, ona olan sevgisini sömürü aracı olarak bile kullanır.

En sonunda, Tanrı, tam bağımsızlığını ilan eder ve kendi kullarını bile yaratmaya başlayacak güce ulaşır. Şimdi Fury sırası ondadır.

10 Ağustos 2011 Çarşamba

Chi

Chi nedir? Chi, tüm dünya ve evreni birbirine bağlayan, her yerde ve her şeyde bulunan bir enerjidir. Pek metafizik sayılamayacak bir şeydir, çünkü gerçek ve belirgin bir kavramdır. Görünmeyen bir şey olduğu doğru ama, bunu manyetik güce benzer biçimde düşünmekte fayda var. Chi de henüz çözemediğimiz maddenin yapı taşında bulunduğunu tahmin ettiğim bir faktördür ve canlı dokularda hareketlenmekte, güçlenmektedir. Tüm bedenimiz etrafında bir manyetik alan gibi, bir aura gibi toplanır, bizi ve çevremizi etkiler, indükler.

Tüm evrende serbest halde bulunmasına rağmen, canlı varlıklar etrafında belirgin biçimde yoğunlaşmıştır. Asıl kaynağı nefes ve zihin/ruh gücüdür ve tüm varlıkları görünmez ipliklerle birbirine bağlar. Yani tüm varlıklar hayatına başlarken aynı kaynaktan, sonsuz Chi kaynağından nemalanmıştır. Ölünce de serbest kalan Chi'leri tekrar aynı kaynağa karışacaktır.

Gerçek kelime anlamı, Çince'de ve Japonca'da "Hava, Buhar, Enerji"dir.

Her insan doğduğunda, atıyorum, 1000 Chi kredisi ile doğar. Chi, sizin saf yaşam gücünüzdür. Anne karnında 4. aydan sonra tüm dokunuza katılmaya başlayan, sizi insan kılan, içinize işlemiş, etinize kemiğinize can veren hayat gücüdür. Sıkça bahsedilen ve çok önemli olan 3 ana faktörü, "Zihin, Ruh ve Beden"i birbirine güçlü biçimde bağlayan kuvvettir. Bu 3 öğe aslında tamamen farklı katmanlar olmasına rağmen, birbirine de bağlıdır. Ama bağın niteliği, gücü de bir faktördür. Bu üçünü çok güçlü biçimde bağlayabilen kişiler, zaten insanlığın doruklarındaki kişilerdir. Bedenlerinden sağlık fışkıran, zihinleri kristal berraklığında, ruhları dingin ve güçlü varlıklardır, insandırlar. Zira bu bağların gücü, Chi üretiminizin ana faktörüdür. Eğer üçü arasında güçlü bir sirkülasyon ve entegrasyon varsa, Chi kaybolmadan, akıp kokmadan tüm varlığınız etrafında dinamo gibi akar ve kendini artırır. Ama bu üçü arasındaki bağ zayıf, üçü birbirinden habersiz yaşayıp gidiyorsa, bir patates olmuşsunuz demektir. Bir tanesi sadece kendini doyurmaya ve anlık tatminlere, öbürü sadece günlük sorunları çözmeye odaklanmıştır, üçüncü ve en önemlisi olan ruh ise unutulmuş, köşede kendi kaderine terk edilmiştir. Chi ise bu üç katman içinde sıkışıp çatlaklardan akar gider.

Başlangıçtaki bu 1000 Chi kredisi, sizin hareketlerinizle, bu üçlü bağı güçlendirmenize göre artar ya da azalır. Dağın mis gibi havasında yaşayıp her gün vücudunu çalıştıran, antrenman yapan, karıncayı bile incitmeden yaşayan, günde birkaç saat meditasyon yapan keşiş, Chi'sini 5000 yapar.

Pislik içinde yaşayan, uyuşturucu kullanan ve polis tarafından yakalanmadığı her günü dünyadaki tek kârı sayan bir seri katil ise, pratik olarak Chi'den yoksundur. Öldürdüğü her kişi, aldığı her can için Chi kaybeder, ruhu ölür. Şuurunu yitirir, zihni artık bedenini, daha önemlisi ruhunu besleyemez hale gelir. Chi'si 500 olur, 200 olur, bir süre sonra bu kişinin Chi'si sıfıra yakınsar. Chi bitmez, en düşük 1 olur. Dünyaya geldiğin andan sonra, hatta öldükten sonra bile, asla yokolmaz Chi, ama çok zayıflar, eser miktarda kalır. Patatesinki kadar olur. Zaten bu noktadaki insan bir patatesten farksızdır. Kozmik enerjiyi algılayamaz, sinyal alıcıları devre dışı kalır.

Kendini unutursun. İnsan olduğunu unutursun.

Voldemort'un o yenildiği anki belli belirsiz duman var ya. Ondan bahsediyorum. Siz de bir Voldemort'sunuz. Ölümsüzsünüz aslında. Ama Harry Potter'ı öldürmeye çalıştığında, annesi onu korumak için kendini feda ettiği için Harry'ye sonsuza yakın bir Chi bağışladı. Voldemortun Chi'si de onu öldürmeye yetmedi. 1 oldu, ve hayatla ölüm arasında bir varlık oldu. Duman gibi yaşa(?)dı.

İşte eğer Chi'nizi fütursuzca harcarsanız, onu geliştirmek için hayat boyu bir şey yapmazsanız öldüğünüzde ve bedeniniz sizi evrene saldığında Voldemort'un o durumunda olacaksınız. Sonsuza kadar. Hortkuluk falan da yok.

Kötülük yapmak, hayata saygı duymamak, çalmak çırpmak, suçluluk duygusu verecek şeyler, hep Chi'nizi düşürür. Zihninizi bıçaklar, ruhunuzu parçalar. Siz bundan suçluluk duymayabilirsiniz, soğuk kalpli ve hatta sadist olabilirsiniz ama ruhunuz bu konuda sizinle hemfikir değildir. O, öldürmemek, kıymamak, zarar vermemek ister. Kendisine zarar vermektedir çünkü o esnada. Tüm evren bir demiştim ya.

Sen bir sinek bile öldürdüğünde, onun Chi'si kadar Chi senden düşer. Sinekte 5 birim Chi varsa, o kadarını kaybedersin. Bedeninle bir olan bir şeye zarar verdiğini düşün, ruhunla bir olan şeye zarar vermek, ondan bir parçayı ezmiş ve yok etmiş olmak demektir.

Dünyadaki canlı tüm varlıklarda vardır Chi. Siz can aldığınızda o kişinin Chi'si ile doğru orantılı miktarda Chi sizden düşer. Bir insan en fazla Chi'ye sahip olandır. Çünkü ruhu ve zihni güçlüdür. Bir atın, bir koyunun Chi'si daha zayıftır çünkü daha basit canlılardır bunlar. Üç faktör entegrasyonu ne kadar yüksekse Chi o kadar yüksek. Ana kural bu. İnsan da bu konuda doğuştan güçlü bir varlık. O yüzden dünyada en yüksek Chi sığası onda. Diğer varlıkların daha düşük. Bir şempanzeninki belki 100. Bir kaplanın 250.

Ama bu, onları öldürdüğümüzde Chi gitmediği anlamına gelmez. Et yediğimizde de Chi'miz düşer. Shaolin'deki hiçkimse et yemez. Hindistan'da inekler kutsaldır, kesilip yenilmez. Demek ki yüksek bir Chi'ye sahip olduğunu veya o tür bir şey düşünüyorlar, ya da gerçekten de öyle. Bir ineğin iç dünyasını bilemeyiz ama belki de yüksek bilince sahip bir canlıdır. Bir insanı kesip neden yemiyorsak hayvanları da kesip yememek gerektiği zihniyeti buradan türemiştir. Nitekim et yediğiniz zaman olan şeylerin bilimsel boyutu da var. Bir hayvan kesilmeden önce ölüm korkusuyla bir takım toksinler salgılıyor. Siz bunları vücudunuza almaya devam ettikçe birikiyor ve yavaş yavaş vücudunuz bu toksini algılayıp ölmekte olduğunu zannederek ölüyor. Kalp zayıflıyor, böbrekler duruyor, vesaire. Ölüyorsunuz. O etini çiğnediğiniz hayvanın ruhuyla, Chi'siyle aynı kazana dökülüyor Chi'niz. Ruhlarınız karşı karşıya geliyor, diz çöküp tövbe istiyorsunuz o hayvandan.

Öldüğünüzde geriye kalan Chi kredinize göre bir forma bürünürsünüz. Artık 1 Chi'niz bile olsa sizi hayatın tüm nimetlerinden faydalandıran etten kaleniz yıkılır. İşte yüzleşme o zamandır. 5000 Chi ile ölen, vücudu onun için sadece bir aksesuar olan, hayatın sırlarına vakıf kişi ile 40 Chi ile ölen, bok herifin ölüm sonrası hayatı bir olamayacak.

Bir tanesi, belli belirsiz, limbo'da, sallantıda bir varlık sürdürür. Formsuz, şekilsiz, duman gibi bir varlık olur. Sonsuza kadar varlık ile yokluk arasında sıkışmış bir hayat yaşar, amaçsızca gezinir. Sonsuz bir ıstırap... İşte bu, bize Cehennem olarak tanıtılan şeydir.

Diğeri ise radyant enerjisi ve güçlü ruhuyla neredeyse fiziksel forma bile sahiptir öldükten sonra. Ayrıca evrenin tüm sırları, tüm bilgisi, tüm enerjisi artık onun ortak malıdır. Kainatın her köşesini aynı anda görür, duyar, hisseder. Sınırsızca faydalanır bu bilgiden ve enerjiden. Galaksilerin meydana gelişini, yok oluşunu, yeni Big Bang'leri ve yeni yaşam formlarını izler. Sınırsız keyif ve dünya üzerinde tadamayacağın güzellikler. İşte bu, Cennet olarak bize tanıtılan şeydir.

İyilik yapmak, bir ağaç yetiştirmek, doğum yapmak yani bir hayat meydana getirmek, içe dönmek ve kendini, ruhunu dinlendirmek (meditasyon), spor yapmak, beden-ruh-zihin bağını güçlendirecek her şey, Chi'nizi artırır. Kendinizi "var" hissedersiniz, kafanız açılır, güvenli ve mutlu hissedersiniz. Öldükten sonra da bu hisler devam eder. Kendinizi evrenin bir parçası olarak, onun yapısına katılmış bulursunuz.

Kötülük yapmak, hayata kastetmek ve zarar vermek, fazla materyalist olmak yani hep cisimsel düşünmek, ruhunu unutmak, bedenini unutmak, Chi'nizi azaltarak bir yerden sonra sıfıra yaklaşmanıza sebep olur. Bu hayatta da mal gibi, kafanız dağınık ve huzursuz yaşarsınız, öbür hayatınızda. Sonsuz bir huzursuzluk ve ruhsal zayıflık yaşarsınız. Beden gidince geriye 2 şey kalır : zihin emareleri ve ruh. Bu hayatta bunların bağını güçlendirmediyseniz, öldükten sonra çok da bir hayat beklemeyin.

Bize yıllardır anlatılan "amanını din bunu emrediyor, şunu yap ki cennete gidesin, bilmemne günahtır" dedikleri, işte bu. Metafizik sayılmaz. Chi'si güçlü olan adam ve Chi'si zayıf olan adamı bu dünyada bile ayırt edebilirsiniz. Bir tanesi ateşte yürüyüp, yemek yemeden aylarca yaşayabilirken, çıplak eliyle tahtayı, demiri kırabilirken diğeri bu güçlerden fersahlarca uzakta, 2 merdiven çıkınca götü başı terleyen ve bundan çok rahatsız olan, en ufak olumsuzlukta morali bozulabilen, ruhu, zihni karışık, güzel şeylerin farkında olmayan, sadece maddeyi, parası pulu olmasını önemseyen, kimisi kötücül, kendi çıkarı veya sadece yapabildiği için canlılara zarar verebilecek, bomboş adamlardır. O para hırsı, Chi'sini öldürdükçe öldürür, iç gözü tamamen kapanır, sadece vücut gözüyle görebildiği şeylere inanmaya, kendi ruhunu öldürmeye başlar. İşte 5000 Chi'si olan adamla 100 Chi'si olan adamın farkı budur. Bir tanesi kendi vücuduna ve ruhuna yatırım yaparken, diğeri bu dünyaya yapar, ölünce hepsini geride bırakacağını anlayamaz.

Bunun böyle olmasında hayat etkenlerinin rolü büyüktür. Günümüz hayatında insanlar birbirini yadırgamakta, birbirine baskı yapmakta. Bu da insanları topluca "iç görüş" ve "ruh dinginliği"nden uzaklaştıran şeyler. Ama bu bir bahane olamaz. Farkındalık her şartta ve her konumda yaşanabilir, doğayla ve evrenle her zaman bütünleşilebilir. Eğer gözünü açmaya isteği olan varsa. Neden bazı insanlar içinde bulunduğu hayattan, düz, para kazan, ye, iç, sıç, öl şeklindeki hayattan rahatsızlık duymaz da bazısı duyar? Yeni yerler görmek, güzel şeyler tatmak, ruhunu beslemek ister? Bu, insanları birbirinden ayıran bir şeydir. Kafa antenlerini açmak, oradan sızan ışığın farkına varmak demektir. Ruh zenginliği yeni yerler görmeden, olduğun yerde de edinilebilir. İnsan, gücünü bulunduğu konum veya yaşadığı hayattan değil, zihin-ruh-beden bütünlüğünü korumaktan alır. Hiçbir statü, bunu korumaya engel teşkil etmemelidir. Çünkü bu bağ zayıfladığı anda, bir tanesi (genelde beden) ihtiyaçları ön plana çıktığı anda, diğer ikisi geri plana itilir ve Chi'niz ölür.

Chi, Hindu'ların ve oradan Çin'e göçen guru'lar sayesinde Çin halkının bin küsür yıl önce keşfettiği, Japon halkının ve bazı diğer kavimlerin de erken zamanlarda farkına vardığı olgudur. Japonlar buna Ki (Qi) demiş ve bazı savaş sanatlarında (Ai"Ki"Do) bu enerjiden faydalanmıştır. Aikido'da sadece teknik ve güç değil, ruh dinginliği, zihnin çevikliği, genel iç huzur da önemli faktörlerdir bu yüzden. Güçlü bir beden, güçlü bir akıl ve güçlü bir ruh, birbirine bağlandığında kişiye yenilmezlik getirir. Bu Do'da (yolda) insanlar yüz, bin yıldır aynı şey için hayatlarını geçirdiler. Japonlar zaten halihazırda mistisizme ve ruhaniyete önem veren, ilginç bir ırk. Onların da binlerce yıllık savaş sanatı geçmişleri, perfeksiyon çabaları var. Çinliler ise 2000 yıllık Kung-Fu'larında Chi'yi yütilize ederler. Budizm öğretileri ve yoğun meditasyon, kişiyi daha iyi bir Kung-Fu'cu yapmaktadır. Tai-Chi de tamamen iç enerjiyi geliştirmeye yönelik bir sanattır. Shaolin Manastırından çıkan herhangi alelade bir keşiş bile, tek başına 5-10 şehir insanı Chi'sine sahiptir. Kelime anlamıyla çelik gibi bir vücuda, arınmış bir zihne ve ruha sahiptirler, ayrıca bu üçünü doğru şekilde birbiriyle ilişkilendirip, birbirine bağlamıştır. Kalın bir tahtayı tek vuruşta un ufak edebilirken, bir boksörün yaptığını yapmaz. Sadece güç ve stamina kullanmaz. Zihninden ve ruhundan da güç çeker. Bunu yapabilmesinin sırrı budur. Diğer fantastik vücutsal gösterileri yapabilenlerin de sırrı budur. Tek başına vücut çok zayıftır zira, ama içinde dolanan enerjiyi doğru kanalize ederseniz, normal gücünün kat kat üstüne çıkarabilirsiniz. Aikido veya Kung-Fu veya vücut enerjisini kullanan herhangi bir savaş sanatında üstün ama sizden fiziksel olarak çok daha güçsüz birine zarar vermeye çalışırsanız ne demek istediğimi anlarsınız. Vücudunda akan enerjiyi, hatta sizin vücudunuzda akan enerjiyi manipüle ederek hiç beklemediğiniz şeyler yapabilir size. Tüm evrenin en ince dokusuna kadar işlemiş o gizemli madde ile sizden daha bütünleşiktir, evrenle arasındaki ipler daha güçlüdür. Bu da ona farklı bir güç verir. Bu, sihir veya metafizik veya bilmemne değil. Kas kütlesi çok daha az olan bir kişinin çok daha fazla olan bir kişiye göre daha yüksek fiziksel performans sergileyebildiği gerçeği incelenmiş ve kayıt edilmiş bir gerçek. YouTube'u şimdi açsanız onlarca fantastik video bulursunuz bunu gösteren. Sivri nesnelerin delemediği adam, kafasında demir çubuk kıran adam, günde senin benim yediğimizin 5'te birini yediği halde 130 yıl yaşayan gurular.

Buna benzer aydınlanmaların, Tasavvuf ve Anadolu kültüründe de var olduğunu görüyoruz. Tasavvuf felsefesi çok geniş ve benim bilgilerimin çok fazla kapsayabildiği bir alan olmasa da, genel algısını sezebildiğim, benim görüşlerime güzel uyan bir felsefedir. Tüm canlıların "bir" olduğunu ve o "bütün"den koptuğunu algılamıştır. Chi de aslında orada "Nefes" diye çevrilir. Nefes, Chi (Qi) için de bir anlam karşılığıdır. Ne tesadüf değil mi? Hani eskiden kıtalararası iletişim güçlü olsa, dicem ki biri öbüründen görmüş. Hayır. Bu insanlar bağımsız olarak, ayrı ayrı, bu kavramı algılayıp, farklı isimler, yorumlar vermiştir. Tasavvufta da sürekli olarak insanın ruhunu borçlu olduğu şeyin, o bütün olduğunu, öldükten sonra oraya tekrar döneceğini görebilmek mümkün. Yaratıcının bir parçasını bize bahşettiğini bilirler. Zamanında, kimdi hatırlamıyorum, "Ben Allah'ım" dediği için idam edilen bir şair varmış. Aslında demek istediği, "ben O'ndan bir parçayım" olduğu halde, beynini aldırmış, yobaz ve PATATES zihniyet, onu kendi sevdiği ve doğru şekilde anladığı tanrısına hakaretten idam etmiştir. Günümüzde de böyle cahillikleri görmek çok kolay. Her neyse, o bahsedilen bütüne, yaratıcıya veya Chi'nin kaynağına dönebilmek için, daha öncesinde onu anlayabilmek, onu bu dünyadayken tadabilmek için de bazı yöntemler bulmuşlar. Bir çoğu zihni arındırıp ruhu dinlendirmek üzerine olan, bazıları Mistisizmden gelme, bazıları vücut aktivitesine de dayalı şeylerdir. Bolca tefekkür (düşünme), sabra dayalı ve fiziksel direnci geliştiren şeyler (aç-susuz kalma, bedeninin sınırlarını zorlama), semazenlerin sürekli sabit bir noktada dönmesi gibi bilinci transa sokarak belli bir üst bilince erişme çabası gibi şeyler, hemen hemen uzakdoğudaki meditatif aktiviteleri ve performansları andırır. Aslen yanı başımızda, Anadolu'da böyle güzel bir bilinç ve bilgi birikimi olup da bize nasıl bunun geçmediğini anlamak mümkün değil. Yunus Emre'nin meşhur "yaradılanı severim, yaradandan ötürü" bile, kendi başına komple bir ders niteliğinde. Ama şu anda adeta bir bilinç ve algı kıtlığı içinde yaşıyoruz ülke olarak. İçgüdüsel olarak Allah'ı ya da Güç'ü veya sonsuz Chi kaynağını, veya Evren'i, veya ne derseniz deyin, onu hisseden ve onu çok seven, onun verdiği huzuru yaşayan insanlar var. Bunlar, hayatlarının anlamını keşfetmiş şanslı kişilerdir. Ama bu ülkedeki insanların büyük kısmı çok yanlış yolda. Evet, Ramazanda sevap için, Allah'a yaranmak için oruç tutan, ama açlığın verdiği asabiyeti kendine hak gören, ve binaya girdi diye dilenci çocuğu tekme tokat döven amcadan bahsediyorum. Günde 20 kere okuduğu sureyi anlamayı geçtim (ki içinde çok büyük anlamlar vardır, anlamayı bilene), kelime anlamlarını bile bilmeyen, ama cennet, sonsuz rahatlık cazip geldiği için bunu boş boş yapan teyzeden bahsediyorum. Orada yazan şeyleri, o derin içgörüyle işlenmiş ve yazılmış yazıyı, kullanma kılavuzu okur gibi, yorumlama ihtiyacı hissetmeden okuyan ve bunu insanlara dayatan kafasız bağnazlardan bahsediyorum. 10 yaşındaki kızına başını örttüren, sonra her fırsatta işyerindeki genç çaycı kadının orasına burasına gözü kayan, belki de onu tenhada yakalayıp sıkıştıran adamdan bahsediyorum.Yoldan geçenlerin oruç tutup tutmadığını anlamak için ağızlarını kontrol eden, tutmuyorsa döven self-proclaimed din bekçilerinden bahsediyorum. Namazını, Haccını eksik etmeyen, ama öz kızı hastanelik dayak yediği kocasından boşandı diye onu reddedip, bedensel engelli çocuğuyla ortalıkta bırakan zengin Konya'lı X efendiden bahsediyorum. Bunlar gerçek, birebir yaşadığım, olaylar, tanıştığım insanlardır. Bu insanların, dinle, huzurla, iyilikle, güzellikle, evrenle aralarında en ufak bir bağ yoktur. Sadece bu dünyada "dindar" olarak tanınacaklardır. Sorumluluklarının sadece bir kitapta yazanları yapmak olduğunu ve bu kadar basit şekilde sonsuz mutluluğa kavuşabileceklerini zannettikleri için, onlara inanılmaz şekilde acıyorum. Aslına bakarsanız onların gözünde ben, dinsizim. Neden? "Elhamdülillah Müslümanım" demediğim için veya en süper din İslam'dır demediğim için. Onlara göre Hristiyan da dinsiz, Budist de dinsiz. Ama aslında yanılan onlar, dini saptıran, dini de geç, insanın yaşama amacını saptıran onlar. Diğer dinler boşuna gelmiş olabilir mi? Tüm dinlerin amacı ortak. Asıl onu saptıranlar, "ben müslümanım, şuyum buyum yahudiyim ve bundan çok gururluyum" diyendir. Dinin adını veya başka bir şeyini öne çıkarandır. O, bu dünyada kendini oyalayan, eğlendirendir. Ortak "Tanrı" kavramını, başka yere çekendir. Bence gerçek dine ulaşmış kişi, ben şuyum buyum olayını öne çıkarmadan o mutlak kavramı arayandır. Nerde bir fanatik var, o boş, gereksiz bir adamdır ve dünyaya kaostan başka faydası olmaz. Bilgelik, huzurla, ılımlılıkla, içe dönmeyle gelir. Zorlamada bulunmadan yayılır, kendiliğinden.

Doğu dünyası böyle. Algısı daha yüksek. Peki batı dünyasına bakalım; Örneğin; (çok belirgin bir örnek olduğu için) Amerika şu anda parayla yönetilen, paraya tapan ve gözü tamamen maddi hevesler ile körelmiş bir ülke. Açgözlülük ve materyal ihtiyaçlar obezite olarak bile kendini göstermiş. Başından beri böyle. Köleler getirip döve döve çalıştıran, kendi karnı doyduktan sonra gerisini önemsemeyen bir ırk. Belki 1000 yıl, belki de çok çok daha kısa ömrü kalmış bir dünyadaki mal mülk için iç gözlerine mil çekmekte, kör etmekteler. Bunun getirisi olarak en kötücül hareketleri, en haince, en sinsice aktiviteleri de onlar gerçekleştirmektedir. Tüm bir ulusu bu zan altında bırakmamakla beraber, çok büyük kısmı maddeye tapmakta ve ruhuna gerekli besini vermemekte, Chi'sini yoketmektedir. Öldükten sonra bu zayıf ruhları, evrenin yapı taşı olan dokuya katılamayacak ve sonsuz bir ıstırap çekeceklerdir.

İnsan olmak çok büyük bir güçtür. Bu gücün farkına varan kişiler, çok büyük insanlar olmuşlar, hatta evrenin sonsuz bilgi haznesine sahip olmuşlardır. Buna iyi bir örnek de iç huzuru bir aura gibi etrafına yayılarak insanları etkilemiş, ve milyonlar tarafından sevilip sayılmış olan bir peygamber, Hz. Muhammed'dir.

Hz. Muhammed, kaosun hüküm sürdüğü, materyale tapmanın artık bokunun çıktığı bir ortamdan ve tanrılarını bile materyal zanneden bir halkın içinden sıyrılarak yanlış bir şeyler olduğunu farkedecek kadar bilge ve açık zihinli bir kişi olmasıyla herkese fark atmıştır. Uzun "Hira Mağarası" ziyaretlerinde iç huzuru aramış, zihnini arındırmış, bir tür meditasyon yapmıştır. Bu uzun zihin dinlendirme dönemlerinden sonra artık materyal gözünü tamamen kapatıp, dünyevi laga lugaları beyninde susturmayı başarmış, Chi'sini çok yükseltmiş ve bir anlık da olsa evrene katılmayı, ondan sonsuz bilgiyi almayı, bazı şeyleri görmeyi başarmıştır. İşte bu, biz Chi'siz varlıklar arasında Vahy olarak interpre olan kavramdır. Günümüzde de bazı kişiler için "ermek", "malum olmak" gibi şeyler de aslında uzun süren sabır ve huzur arama seansları sonrasında olur, bir de bazılarının çakraları bizimkinden daha açıktır nedense. Vahy, çok yüksek ruhsal güç ve manevi bilinç sayesinde yaratma mekanizmasından alınan anlık bilgilerdir. Hz. Muhammed, gerçekten üstün ve bilge bir insan olduğu için bunlara vakıf olmuştur. Fakat asıl problem, insanlık için faydalı oalcak bu bilgiyi nasıl paylaşacağıdır. Bunları insanların anlayacağı dilde onlara anlatmak için çok çaba sarfetmiştir. Kısmen de başarılı olmuştur, zira milyonların takip ettiği bir din haline gelmiştir ama ne yazık ki çoğunluğu bağnaz olma eğiliminde olan insan ırkı zaman geçtikçe bu üstün bilgileri de aptal materyal zihniyetle algılanmaya, ana noktayı unutup başka başka noktalarda yorumlamaya başlamış ve çok yanlış yerlere varmıştır. Bugün hala din tuttuğunu zannedip aslında sadece Cem Yılmaz'ın canlandırdığı gibi "sonsuz hayat, huri, sınırsız açık büfe yiyecek" gibi vaatler için bir şeyler yapmaya çalışan insanlar vardır. "Neden başınızı örtüyorsunuz? Yazın çok sıcak olmuyor mu?" sorusuna "Bu dünyada sıcak olayım ki öbür dünyada sıcak olmasın" diye cevap veren kadın bunun örneğidir. Amacın bilinci artırma adına elle tutulur hiçbir yanı yok. Sadece mükâfat için. Anlamadığı güçlerle mücadele etmektense kapanmak daha kolay geldiği için. Halbuki anlasa, atıyorum kapanmadan da o mükâfata erişebileceğini anlardı. İşin özünün, dünyayı ve evreni oluşturan o manevi güçle bütünleşmek olduğunu, kendisinin de onun bir parçası olduğunu insanlar farkedemiyor. "Namaz kılmak" emrinin, bir tür meditasyon ve içe dönme, kafa dindirme aktivitesi olduğunu anlayamamakta, namaz esnasında "hmmm akif hala borcunu vermedi ne zaman verecek... nazmi niye gelmedi camiye? soracam hesabını... namaz bitsin de çay içeyim" falan gibi saçmalıklarla doldurarak, o güzel aktiviteyi, zihin dinlendirmek yerine ezber hareketler yaparak ziyan edip, boş boş oturup kalkmaktalar. Ve "oh namazı kıldım, sevaplar cepte" diye düşünmekteler. Bence ortaçağdaki "para verin cennetten yer satın alın" olayından farkı yok bu zihniyetin. Hristiyanlar için de bu böyle, yahudiler için de. Tüm dinlerin bağnazları, açgözlüleri, körleri var. İsa'nın havarileri için "Too Much Heaven On Their Minds" diyor sağ kolu Judas, uyarıyor onu. Bunlar şu anda senin etrafında çünkü senin özel olduğunun farkındalar, sana yardım ederek cenneti bedava kazanacağını zannediyorlar, ama ilk fırsatta seni terkedecekler diyor. İnsan ırkının eğilimini özetliyor. Günümüzde de dinin ateşli savunucusu olan ama aslında dini hiç anlayamayan o kadar çok insan var ki. Hiç görmediği bir padişaha korku ve ödüllendirilme duygularıyla hizmet etmekte olduğunu zanneden "kraldan çok kralcı" kişiler bunlar.

Bizim bu dünyaya gelmekteki amacımız, bu ruh gücünü keşfetmek ve vücudumuzun nimetlerini kullanarak onun enerjisine enerji katmaktır. Yaptığımız diğer her şey fuzuli ve geçici bir tatmine, etten vücudumuzu doyurmaya yöneliktir.

Neyse, bu kadar din konusu yeterli. Ben tüm bu düşüncelere kendi kendime vakıf oldum. Belki benim de çakralarım doğuştan açıktı, belki yapımda vardı. Bazı insanlara kendiliğinden gelir düşünceler, eya sadece düşünmeyi sevdiklerinden bu konuları deşerler, gerçeği ararlar. Veya hayatta karşılaştıkları bir olay kıvılcımı çaktırır ve kafasındaki meşaleyi yakar. Kimisinin kafasındaki meşale de ölene kadar sönük kalır. Ama ben farkettim, merak ettim ve üzerine çocukluktan beri çok düşündüm. Allah kavramı, üzerine konulan bilgiler, şüpheler, meraklar, araştırmacı ruh, gerçeğe yaklaştığını hissettikçe artan merak. Araştırdım, okudum. İmkanım olsa çok daha fazla araştırır, çok daha fazla okurum. Mistik yerlere gider, gezer, görür, daha iyi anlardım ama ona imkanım şimdilik yok. Yine de şu an farkındayım. Çünkü yanlış bir şeyler olduğunu farkettim. Ve üstüne üstlük, farkındalığımı hayatıma, kendime yansıtmaya çalışıyorum. Savaş sanatlarına ilgim National Geographic'de izlediğim bir belgeselde izlediğim adamdan çıktı tamamen. Adam bir Shaolin Monk'uydu, ve avlunun ortasına geçip gözlerini yumdu. Bir kaç dakika sonra 4-5 kişi adama sopalarla, yumruklarla giriştiler, göğsüne bacaklarına, kollarına çatır çutur vurdular. Ama adam yerinden kımıldamadı. Sonra bir tanesi mızrağı alıp göbeğinin altına koydu ve üstüne çıkıp durdu. Hemen ardından tuğlaları çıplak eliyle kırdı, ki buna benzer şeyleri zaten görüyorduk. Ama o anda merak ettim. Senin etin de et, o adamınki de. Seninki de kemik, o adamınki de. Nasıl? Fark ne?

Sonra cevabı söyledi belgeseli anlatan adam. Chi. O avlunun ortasındaki adam Chi Kalkanı adı verilen bir bariyerle vücudunu koruyormuş. Tuğlayı kıran adam, saf vücut gücü değil, Chi gücünü kanalize ederek yapıyormuş bunu. Ki kelimesini daha önce oyunlarda gördüğüme emindim. Adam, normalde verdiğinden çok daha yüksek bir damage veriyordu Ki'ye sahip olursa. Sonra bunun ne menem bir şey olduğunu merak ede ede, okuya okuya, öğrene öğrene geldim. Bir izi takip eder gibi, gerçeğe ulaşmaya çalıştım. Üzerine düşündüm, malum oldu bazı şeyler. Sonra kafamın işleyişi, dünyaya bakışım değişti. Müzik grubumuzun adını Qi koydum. Aikido'ya başladım. Kung-Fu'yu merak ettim, öğrendim kendimce. (Kung-Fu hocası 500 TL/ay istemeseydi belki usturuplu şekilde de öğrenebilirdim. Ne kadar acı değil mi, adam Kung-Fu'ya hakim ama o bile onun gerçeklerine hakim değil.) Ben de evde tahta kırmaya çalışıyorum. Annem deli gözüyle bakıyor ama umrum olmaz. Ve işin garip tarafı, başarıyorum da. Kalın kalın suntaları yumruğumla ufalıyorum. 5 sene içinde edindiğim kuvvete inanamıyorum. Eskiden yapabileceğimi hayal bile etmediğim şeyleri yapabiliyorum. Ama bu, daha kaslı, güçlü olduğumdan değil. Daha akıllıyım sadece. Benim çocukluğum hastalık içinde geçti. Ailem cam çocuk gibi büyüttü çünkü beni. Doğal olarak gün aşırı bademciklerim şişerdi, nezle olurdum, sarılık oldum, ateşim çıkardı, ölümlerden döndüm. Ama artık vücudumun kontrolü Augmentin'de değil, bende. Çünkü benim vücudum olabilecek en üstün makine. Bir kere Chi'nin en güçlü ev sahibiyim. Zorluk yaşamazsam gelişemem. Kendimi sürekli koruyarak, doğadan uzaklaştırarak, beton duvarlar arkasına saklayarak insan olamam, Chi'yi vücuduma dolduramam. Artık kimseyi dinlemiyorum, kışın bile soğuk su içiyorum, doğada yaşayan ve hayatta kalan adamın, o benden çok daha şanslı olan adamın buz gibi pınardan içtiği gibi. Öyle zırt pırt hasta olmuyorum. Tüm sene boyuncaki tek rahatsızlığım, sinüzitim. O da yarı mekanik yarı fizyolojik sebeplerden kaynaklı bir lanetim. Ama bunla yaşanabiliyor. Hatta onu bile yenebiliyorum yavaş yavaş.

Bunlar her insanın eli altında olan güçler. Ama kimse bilmiyor. Herkes kör. Sadece et ve kemikten mamul zannediyor, bunun ötesini göremiyor. Tek gözü vücudundaki, dışarı bakan göz zannediyor. Ya düşündükçe delirecek gibi oluyorum, bir insan hayatının sonuna kadar nasıl olur da geçim sıkıntısı, o, şu nedenlerden dolayı ruhunun varlığını unutur? Bize bunları anlatacak biri olmalı. Ama yok. Çünkü herkes kendi telaşına yenik düştü bile. Şehirde yaşayan zaten içi boşaltılmış etten kabuklar gibi, köyde yaşayan ordaki geçim mücadelesiyle meşgul, tüm insanlar bir kıskançlık, bir yarış içinde, dünyada varolan maddi zenginlik, icad edilen güzel şeyler ve lüksten payına düşeni almak için kavga halinde. Bu esnada hangi canlı türü olduğunu unutmuş durumda, insan görünümünde bir robota dönüşmekte. Doğal olarak robotun ömrü tamamlanınca geriye onun atık maddeleri haricinde hiçbir şey kalmıyor. Ama bunun böyle olmaması gerekiyordu. Bizde kemik ve kandan çok daha dayanıklı bir madde var. İşte o madde de bu yazının başlığındaki madde. Böyle aralardan bir iki kişi çıkarak duruma uyanmışsa da, bu genel olarak artık insanlara yerleşen materyalist anlayışa uymuyor. Zaman çok fazla ilerledi. İnsan evrildikçe içgüdüleri köreldi. Din deyince bile "sevap" materyali, "cennet" düşünülüyor. Zihin diyince "zeka gücü" akla geliyor. Ruh deyince "müzik dinlerim, ruhum gıdasını alır" zannediliyor. Salt müzikle olsaydı unkapanındaki adamlar ermiş olurdu. Müzik, ruhun gıdası değil sosu. Makarna için olan sosu makarna olmadan tüketirsen doymazsın.

Bu düşünceler sonucunda tam tabirine uymasam da ben bir Deist'im denebilir. Tüm dinlerin doğru bir amaçla geldiğini, aslen kişiyi içsel enerjisini geliştirmeye teşvik ettiğini ama kitle çapında yanlış yorumlandığını, bu yüzden takip edilmemesi gerektiğini düşünenlerdenim. İyi veya kötü olduğuna inanmıyorum, sadece dev bir tek kaynak var ve biz o kaynak ile bağımızı güçlendirmeliyiz. Tabi dünya üzerinde bunu yapmak "iyilik" olarak algılandığı için "iyi"yim. Ama aslında değilim. Din ve Chi konusu nerden bağlandı derseniz, azıcık daha üzerine düşünün derim. Enerji, felsefe, din gibi soyut konular, hatta fizik, matematik ve diğer müsbet bilimler bir bütündür. Blaise Pascal'ın hayatının sonunda kendini dine adamaya matematik ve olasılık teoremleri ile karar verdiğini hatırlayın. Bu kişi matematik, fizik, felsefe, din gibi bir çok konuyu aynı potada eritmiştir, çünkü bu kişi zeki ve bilgedir. Ben de onun potasındaki madeni alıp içine yeni bir materyal katmaya çalışıyorum, ki bu yeni materyal, bu alaşımı 10 kat güçlendirecek, ona katılması baştan beri kaderi olan bir materyal. Kaldı ki, benim bu yaptığımı belki de benden önce binlerce kişi yaptı, bu farkındalıkları yaşadı. Ama her insan ruhani yolculuğunda tek başınadır. Bu çok net. Kimsenin kimseye ciddi bir faydası yok. Peygamberlerin bile. Onlar sadece insanlara tavsiyede bulunurlar. Gerisi onların algısına kalmış. Büyük kısmı bunun dibini eşeleyip gerçek mimariyi ortaya çıkarmak yerine kendisine hazır verilenle yetinse de, bazısı bu kazıyı yapıp muazzam bir arkeolojik bulguya rastlar. Örneğin benim bu kadar yazıyı yazmam, birilerine aydınlık verecek zannetsem de, Dünyada 6 milyar insan varsa 5 milyar 999 milyon 999 bin 998 tanesi için bir anlam ifade etmeyecek. Yine de 1 kişinin "hmmm" diyebilmesi muazzam bir olay olurdu.


Benim bildiğim tek şey var, asıl olan Ben'im. Ben, tanrı'nın bir parçasını taşımaktayım ve onu beslediğim sürece, kendimi ve zihnimi kirletmediğim sürece O'na yakınlaştığımı düşünüyorum.

Vücuduma, zihnime ve ruhuma iyi bakmak, bu dünyada yapmam gereken tek şey. Bu üçünün iyi entegrasyonunun bu hayattan sonra beni gitmek istediğim yere götüreceğini düşünüyorum.

Dünya üstünde içgüdülerime güvenmem, ki dünya için içgüdü diye bir şey olduğuna inanmıyorum, sadece kesin kurallar ve şanslı tahminler olduğuna inanıyorum. Tabii olasılık da bu konuda faydalı bir parametre. Kimisinin altbilincinde iyi bir olasılık kalkülatörü var, içgüdü veya öngörü işte bu. Ben çok iyi bir olasılık hesaplayıcısı değilim. Fiziksel anlamda pek ileriyi düşünemem, bulunduğum anki parametreleri iyi ayarlamaktır genelde benim derdim. O yüzden şans oyunu falan oynamam, gerekmedikçe olaylar hakkında tahmin yürütmem, risk alma eğilimim yoktur. Biraz deterministim yani. Ama diğer, görünenin ötesi konusunda güveniyorum kendime ve algılarıma, hatta bu muazzam kumarı oynayacak ve kendi inanış sistemimi gelişterecek, onu hayat felsefem yapacak kadar. Ya benim yadırgadığım "yat kalk, sure oku, sevabı kap, cennete git"ciler doğrusunu yapıyorsa? Ya bazı şeyleri anlamak ve görmek, ölümden sonra hayat için bir anlam ifade etmiyorsa? Ama ben bu riskleri iyi hesaplayabildiğime ve manipüle edebildiğime inanıyorum. İşte karmaşık bir insan olmamın nedeni. Birbirine zıt iki özelliği iki farklı platformda benimseyebilmek. Ama benim şu an idrak ettiğim şeyler o kadar somut ve mantıklı, hatta doğal gelen şeyler ki, diğer insanların bunu bu açıdan algılayamayışına şaşırıyorum. Sanki tarihin başlangıcından beri ayan beyan duran gerçeği görmezden geliyorlarmış gibi, çok doğal bir kanıyı, yerçekiminin olduğunu bilmiyorlarmış gibi. Hoş, bir zamanlar onu da bilmiyorlardı gerçekten. Belki zamanla bu gerçeğe de uyanırlar.

Peki ben bu kadar şeyi düşünüyorum madem, o zaman Chi'mi (veya Qi'mi) güçlendirmek için ne yapıyorum?

Öncelikle stresten uzak kalmak için insanüstü bir çaba sarfediyorum. Bakın, melankoli veya hüzün veya telaş veya sinir demedim, stres dedim. Stres doğal bir his değildir. Gelişen teknolojiyle ve değişen hayat tarzıyla beraber ortaya çıkmıştır. Bizi olduğumuz kişi olmaktan uzaklaştırır, normalde yapmayacağımız şeyler yaptırır.

Görüntüye önem vermem. Görünenin arkasındakine, içindekine daha çok önem veririm. Bir Abstract Thinker'ım. Dünyayı ve ötesini anlamaya çalışmadan önce, onun kurallarını anlamanın gerekli olduğuna inanırım. Fizik, Kimya, Biyoloji, Matematik, Olasılık gibi müsbet bilimler, Tarih, Sosyoloji, Felsefe gibi sosyal bilimler benim için çok önemlidir. Lise 3'te bir felsefe hocasına "hocam felsefe de çok gereksiz ya apriori mapriori yok suje obje falan" demiştim. O da "şimdi sen ders adı altında olduğu için sevmiyosun ama bence sen ilerde felsefeyi çok seveceksin" demişti. Haklı çıktı. Felsefeyi yine metoduyla, teorisiyle, kalıplarıyla bilmiyorum ama ilgileniyorum ve "düşünce aktivitesi" benim için çok özel.

Düşünmek iyidir hoştur ama arada da "düşünmemek" gerekir. Çünkü bu daha iyi düşünmeye giden yoldur. Sık sık meditasyon yapmaya çalışıyorum. Meditasyonu, hayatınız huzurluyken yapmak çok kolaydır, asıl arbede, onu hayatınız sıkıntılarla doluyken yapmayı başarabilmektir. Ve mükafatı daha büyüktür. Hem sizi ve ruhunuzu açar, güçlendirir, hem de muhtemelen o dünyevi sıkıntılarla başa çıkma kabiliyetinizi 10 katına çıkarır. Ben de meditasyon yaptıkça, stresten uzaklaşıyorum, kendimi dünyevi acılardan ve sıkıntılardan arındırmaya çalıştıkça, zihnim açıldıkça rahatlıyorum ve güçleniyorum, işlemciyi de soğutuyorum. Çin atasözü der ki; "çok düşünmek değil, az düşünmek zihni güçlendirir." Zihnimiz bir kas değil, zorladıkça daha güçlenmez. Onu rahat bıraktıkça, temizledikçe yeni düşüncelere yer açılır. Eski düşüncelere takılıp kalmak, stresin kaynağıdır. "Meditasyon yapamıyorum" diye bir şey de yoktur ayrıca.

İnsanlara bazen kafaları yeterince rahatladığında anlık yoğun satürasyon durumları geldiği olur. (Sabri bey'in alllaaah anı gibi değil ama ona yakın belki.) İşte o an, kozmik enerjinin domur domur içinize dolduğu, Taç Çakra'nızın bızırdadığı andır. Kozmik enerji sürekli olarak yukarıdan bize akar. Taç Çakrası da kafanızın üstünde yer alan, "uydu alıcınız"dır. Uydu alıcınız sinyaller aldığında, size yeni şeyler katacak 1 ve 0'lar bünyenize girer. Bunları CLR'ınız (dekoderiniz) hemen o an algılayamasa da zamanla biriken bu data size farklı bir bilgi ve anlayış getirir, bu da huzuru ve gücü beraberinde getirir. İnsanoğlunun zekasının bu kadar hızlı gelişmesinde erekte (dik) konuma geçmesinin büyük katkısı olduğuna inanılır bu yüzden. Taç Çakrası kozmik enerjiyi daha direkt alabilecek konuma gelmiştir diye varsayımlar vardır. Tabii bunu işleyebilecek kapasitesi de varmış ki demek, şu an kainatın belki de en zeki canlısı konumunda insanlar.

Çakralar demişken, çakra da vücudunuzun ruhunuza ve zihninize açılan kapılarıdır. 7 tanesi vardır; Kök, Sakral, Mide (solar plexus), Kalp, Boğaz, Göz, Taç. Onları kullanmak sizin Chi'nizi artırmaya (azaltmaya) giden kısa bir yoldur. Ben çakralarımı açmak için elimden geleni yapıyorum. Bunların nasıl açılacağını veya neden kapanacağını internetten okuyup öğrenebilirsiniz.

Ben aynı zamanda zihnim ve ruhum kadar bedenimi de iyi koruyorum. Elimden geldiğince spor yapıyorum. Ve yaptığım sporun her anının faydasını hazmederek yapmaya çalışıyorum. Günlük hayatımda rahat ve hatta yer yer laubali olmama rağmen spor konusunda disiplini ve kuralı seviyorum. Bir de mesela vücudumu dinlediğim anlarım vardır. Onun şikayetlerini dinlerim. Düşünün bir, hiç oturup böyle ciddi ciddi, vücudunuzu dinlediğinizi, onu telkin ettiğinizi veya güçlenmesi için ona talimat gönderdiğinizi hatırlar mısınız? Ben yapıyorum. Ve gerçek sonuçlar elde ediyorum. Acıya dayanıklılığım yükseliyor. Fiziksel direncim yükseliyor. Sakatlıklarım daha hızlı iyileşiyor. Ayağınızı yaralarsınız ve ilk etapta onunla ilgilenirsiniz, yaranızı incelersiniz, bir an önce tedavi olmasını istersiniz. Sonra ayağınız bandajlanır, sarılır ve günlük hayatınıza dönersiniz. Ama arada sırada yine dikkatinizi ve enerjinizi oraya yönlendirmeniz, oraya olan kan ve organel akışını hızlandırır, iyileşme hızını artırır. Vücudunuzu komuta edebilirsiniz. Beyniniz bu iş için var ve milyonlarca kabloyla vücudunuza bağlı.

Vücudumu seviyorum ve onu zihnimle çok sağlam şekilde bağlamaya çalışıyorum. Beni dinlemediği zaman ona kızmıyorum. Bu benim suçum. Dikkat ediyorum, sakarlık yaptığım anlar, hep zihnimin karışık, bedenimden kopuk olduğu anlar. Sakarlık vücutla ilgili değil, kafayla ilgilidir zira. Eğer çok kolay hasta oluyorsam kesinlikle fırtınalı bir ruh ve zihin döneminden geçtiğimde olur. Beden yardımsız kalır. Bunlar daha üzerinde çok vakit harcamam, çok çalışmam gereken şeyler. Her gün meditasyon, her gün spor, her gün sükunet ve huzur hayal ettiğim şeyler ama kalkıp Shaolin'e veya Fuji dağına falan yerleşmediğim sürece bunlar olamayacak. Yine de elimden geleni yapmama asla engel değil. Bu konuda azmim sınırsız. Hayatta sahip olduğum her şeyi kaybetsem de, hayatımı kaybetmediğim sürece bu bilinç benim sıkı sıkı sarılacağım ve beni ayakta tutacak bir güç. Yaşama enerjim.

Misal, bu bilince erişmeyenler, bir şeylerini kaybedince Chi'lerinin belli bir yerin altına düştüğünü hissederler ve "yaşamanın anlamsız olduğu" hissine kapılırlar. İşte bu insanların intihar etme sebebidir. Ve intihar edenlerin sonsuza kadar cehenneme gideceğinin söylenmesinin nedeni budur. 40 birim Chi'n kaldığında bu seni intihara sürükler, sen de ebedi bir soyutluğa ve azaba mahkum kalırsın. Eğer bazı şeylerin farkında olan birisiysen, öncelikle yaşam enerjini sahip olduğun şeylere bağlamaz, bir şeyler veya sevdiğin kişileri kaybetmekten dolayı Chi'nin uçup gitmesine izin vermezsin. Sonrasında da iyi kötü doyabildiğin, hayatta kalabildiğin sürece kendini meditasyona, iç dünyana verir ve Chi'ni güçlendirirsin, kendini intihar eşiğinden kurtarmaya bakar, ebedi hayatını kurtarırsın.

Ben böyle bir insan gibi görünmüyorum dışarıdan, biliyorum. Fakat böyleyim. Dediğim gibi, göze görünen sadece aldatmacadır. Ben de buna bir çok alanda örnek teşkil ederim. Beni küçümseyen olur, yaşımı küçük zannederler, yeteneklerimi kısıtlı zannederler. Beni tamamen zekadan ibaret, mantıksız biri zannederler. İlginç biri olduğumu hissederler fakat, hangimiz ilginç değiliz ki. Herkesin kendine göre gariplikleri var. Ama insanların beni yaftalaması benim bazen işime gelir, bana rahatsızlık vermez, hatta eğlendirir. Çünkü gerçek beni biraz ortaya çıkarınca yaşadıkları şaşkınlık, ne yalan söyleyeyim, eğlenceli. Tabi bazen bu önyargılardan zarar gördüğüm de olur. Herkesin dış görünüşü veya günlük hareketleri nedeniyle yargılandığı ve infaz edildiği olmuştur. Ben de bu noktada aynı hatayı yapmamaya çalışırım. İnsanları küçümsemenin veya tanımadan yargılamanın ne büyük bir hata olduğunu çok sefer farklı şekillerde gördüm. Beni yanlış anlayanlara ise kendimi anlatmaya çalışmamaya gayret ediyorum. Çünkü sözün de bu noktada çok ehemmiyeti yok. Bana en yakın kişi bile beni farklı algılayabiliyor çünkü doğam bu. Neşeli görünüp üzgün olabilirim. Sinirli görünüp aslında hayattan çok keyif alıyor olabilirim. Genel olarak ruh halim hep yukarılarda seyreder, aspektim budur. Ama içerde çok fazla şey olmaktadır. Orda amanın geyik muhabbeti, espriler şakalar takılan, genelde neşeli konuşkan birisinden böyle yazılar da beklemiyor insanlar; o kadar çok konuşan birinin içerde tasarladığı bir şey olamaz diye düşünüyorlar. Ama Dual Core diye bir teknoloji, var. Sanki her şeyi materyal zekamla ölçüp biçiyormuş gibi görünmem açısından felsefik konulara ilgi duymam abes geliyor insanlara. Ama bu, bu. Yeri gelince çok ciddi ve şakaya komikliğe tahammülü olmayan bir kişiyim. Yeri geldiğinde çok sert, sinirliyim hatta. Genel olarak uysal, uyumluyum. Nadiren emoyum. Aslında çoğu zaman emoyum da, dışarıya yansıttığım zamanlar enderdir. Yani kısacası, içerisi dışarıdan çok çok daha karışık. Karmaşık bir insan olduğum zaten bir gerçek. Belki de basit bir insan olsaydım, tek modum olsaydı hayat daha kolay olurdu ama, her durumda kendimden çok memnunum ve kendimi seviyorum. İnsanların da beni sevmesini tercih ederim ama bu konuda takıntılı hatta istekli değilim. En iyisi zamanla anlamalarını sağlamak. Herkesin değil tabi. Herkesin herkesi %100 anlaması veya sevmesi şart değil.

Her insanın bir anlık, böyle bir saniyelik de olsa, günlük aptal saptal endişelerden, sıkıntılardan, heves ve hırslardan kafasını arındırması gerektiği gerçeği, betonarme bir bina gibi dimdik ayakta ama herkes onun etrafını dolaşıyor. Böyle kafayı boşaltmak, çiş yapmak gibi doğal bir ihtiyaç gibi görünmüyor insanlara ama öyle. Bir anlık deşarj. Tek dakika. Veya bir saat. Ne kadar yapabiliyorsan. O kısa süre içinde kafanızın etrafındaki kalın gereksiz kabuğa açtığınız bir çatlaktan içeri giren ışık, sizin uzun yolculuğunuza ve kendinizi farketmenize başlangıç olabilir. Gereksiz endişeleri temizledikten hemen sonra kafanıza çok ilginç bir düşünce, benim şu an buraya yazdığım şeylere benzer bir fikir gelebilir. Bunun ne kadar önemli olduğunu bilmem algılayabiliyor mu insanlar. Çünkü burada aptal "secret"vari bir felsefeden, (secret'ta bile "isteyin olsun" derken araba, iş, ayakkabı, sevgiliden bahsediliyo, isteyin olsun deniliyo. bu kadar materyal odaklı bir felsefe daha önce görmemiştim, tuvalet kağıdı olarak daha faydalı olurmuş o kitap), sizi forma sokacak bir rejimden, 10 yıl veya 100 yıl iyi kılacak bir aktiviteden bahsetmiyorum. Bu, sensin. Senin kılıfın değil, direkt olarak içindeki gerçek sen. Üç milyon yıl sonraki, 6 milyar yıl sonraki sen. Bu evren küçülüp tekrar sonsuz yoğunluklu bir parça haline gelince de sen, yeniden patlayıp yeni gezegenlere, hayatlara olanak vereceği zaman da sen. Sonsuz sen. O yüzden bunu aklınıza kazıyın. Chi, sizin özünüz. Onu güçlendirdiğiniz müddetçe varsınız.

Bir dahaki sefere saçma sapan bir şeye sinirlenirken veya her gün işten gelip televizyon/bilgisayar karşısında götü yayıp boş bir hayat yaşarken, bir insanı üzerken, bir canlıya zarar verirken, param yok diye üzülürken, parkta yoga yapan kadını gülünç bulurken bunları hatırlayın. Hayata bir kere geliyor olmanız, size bu fırsatın bir kere veriliyo olması, sığ bir hayat sürmek için bahene olmak yerine onu iyi değerlendirmeniz için daha ciddi bir neden bence. Bu tek atımlık şansınızda PATATES olarak yaşamak, sizin kendinize yapabileceğiniz en kötü şey. Canlı, güçlü, zinde, akıllı ve huzurlu olmak zorundasınız. Bu sizin hayattaki TEK amacınız. Herhangi bir amaç güderek değil; bu sizin özünüz, susayıp su içmeniz kadar doğal ve yapmanız gereken şey. Zeka seviyeniz ne olursa olsun zihninizi temiz tutun, çer çöple doldurmayın. Arada sırada artık dışarı sizi ele geçirmeye başladığında "tamam" diyin ve biraz içeri dönün. Sürekli dışarıyla ilgilenmeyin. Dışarısı çok aldatıcı. Önce size çok güzel şeyler verir, eroinman gibi kendine bağlar, sonra üzer veya sinirlendirir veya daraltır veya aldatır veya verdiklerini kat kat geri alır. Dışarıya, madde dünyaya güven olamaz. Baktınız siz de öyle olduğu zaman hemen sakin olun ve içeri dönün. İçeride sonsuz (bakın sonsuz kavramını iyi düşünün ve tartın) güce sahip, ama sizin ilginize çok muhtaç, bedeninizden yüz kat daha kırılgan, dış faktörlerden daha fazla zarar gören bir yapı var, Chi'niz, veya başta da söylediğim gibi üçlü (R-Z-B) bağınız. Onu ihmal ettiğiniz zaman sonuçları çok daha ciddi olur.

Ben bu dediklerimi yapmaya çalışıyorum. Kimi dönem daha iyi yapıyorum, kimi dönem başıma gelen şeylerden dolayı kontrolü kaybediyorum. Ama kontrolü kaybettiğimde bunun farkında oluyorum. Hayatta başıma gelecek şeylerden, bir şeyleri kaybetmekten, bir şeylerin yolunda gitmemesinden çok korktuğum oluyor. Sonuçta bunları anlamış ve biliyor olmama rağmen guru da sayılmam. Ama o kavramın orda her zaman var olduğunu bilmek, benim güç kaynağım olduğunu hatırlamak, tutunacak hiçbir şey olmadığı zaman bile bana yoktan bir sakinlik ve mutluluk veriyor. Geleceği göremesem de başıma gelecek şeylerle mücadele edebilme gücünü kendime aşılıyorum.

Ama tabi ki hayat da ıskalanacak bir şey değil. Onu dolu dizgin yaşamak da görevimiz. Tamamen ruhu beslemeye çalışırken de PATATES olma tehlikesi ile karşı karşıyayız. Bir kadının sevgisini tatmak, kendi çocuğunu sevmek, insan arasına karışmak, üretmek, insanlara fayda sağlamak, dünyevi zevkleri tatmak, gülmek ve eğlenmek de bize lazım olan şeyler. Bir meditasyon zihne ve ruha 10 birim fayda sağlıyorsa, sevdiğiniz arkadaş grubuyla bir şeyler yapmak, gülmek eğlenmek de 2 birim fayda sağlıyordur. Bu da hayatın güzel tarafı. Sonraki hayatınızı kazanmak için kapanıp keşiş gibi yaşamak zorunda değilsiniz. Bu hayat tarzını tercih etmiyorsanız, günlük hayatınızı yaşayarak da iyi bir Chi'ye sahip olabilirsiniz. Sadece o gücün varlığının farkında olmak size hayatınızdaki gerekli motivasyonu ve dengeyi getirir zaten.

Tek gerçek, Chi. Onu anlamak ve onu korumak. Sonsuz Chi kaynağına ne kadar yakın olursanız o kadar VAR olursunuz.


Son olarak, Pentagram'ın aydınlanma dolu şarkısının sözleri. Bu şarkı, insanın yaradılışını ve yaşam amacını, bir nevi Chi'yi anlatıyor.

PENTAGRAM - BİR (http://fizy.com/#s/1ju13c)


Ateş, toprak, hava olmuş
Yağmur olmuş hayat vermiş sana


Kalbin olmuş, ruhun olmuş
Aklın olmuş yol göstermiş sana


Bir ömürlük maceranda hikayeni anlat bana
Ne anlam verdin sen buna? Ruhunda neler var senin?


Korkma ondan bundan. Ne ölümden ne hayattan!
Bu dünyada gördüklerinin hepsi bir, hepsi haktan!


------------------------------------------------------------------------


Atalarına malum olmuş, kitap yazmış anlatmışlar sana
İmam, Rahip rehber olmuş, yalan yanlış anlatmışlar sana


Günümüzün dünyasında
Hepsi aynı, hepsi âlâ
İsa, Musa, Muhammed, Buda
Neyin varsa bilmiş senin


İnsanoğlu kendini arar. Dünya döner milim milim.
Eğer göçüp gidersen bugün yarım kalan işin var senin.


Korkma ondan bundan. Ne ölümden ne hayattan!
Bu dünyada gördüklerinin hepsi bir, hepsi haktan!


Korkma ondan bundan. Ne cehennem, ne de şeytan!
Bu dünyada bildiklerinin hepsi bir, hepsi Haktan!

8 Haziran 2011 Çarşamba

Final Friday

Artık sonlar gelmeye başladı öğrencilik döneminde. Hüzün kapladı içimi ak.

Hep kötü şeyler mi yazıcam, arada iyi şeyler de yazıcam tabi ki. Kampüs yazın o kadar tatlı, o kadar huzurlu ve güzel oluyo ki. Bi kere insan yok. O cehennem kalabalığı yok. Tüm yeşillik, tüm huzur benim. Mis gibi havasını içime çekiyorum. Tenhalığı çok seviyorum. Dönem içindeyken o kalabalık beni inanılmaz irrite ediyomuş meğer. Şu an kampüs bana evim gibi geliyo. "Meğersem burası benim evimmiş"-Fırat

Birden içim buruldu işte bunu düşününce. Mezun olcak olmama ne kadar sevindiğimi söylemeye lüzum yok. Ama cuma günü kampüse öğrenci sıfatıyla ve bahar mevsimi sonundaki o final heyecanı içerisinde son gelişim olacak.

Benzetim Teknikleri finalini hocaya teslim etmemle beraber 6. deja vu'mu yaşamış olucam. 6. kere bahar dönemi sıcak havasında bir hocaya son final kağıdını teslim etmek.

Mezuniyetim Ocak'ta. O yüzden kış dönemi biterken bunları yaşamadım. Ama şu an artık sonları yaşamakta olduğumu farkedince, iyi kötü okulumdur, 6 senem geçmiştir diye bi mêlûlleştim.

Tabi ki çok illet ediyorum, çok istiyorum mezun olup sigtirip gideyim diye. Ama kaçınılmazdı bu, yaşanacaktı. Hele mezun olunca ilk başta farketmez insan ama özler.

Neyse ben de geri kalan günlerimi doyasıya yaşarım. Zaten önümüzdeki dönem görece kolay bir dönem olacağından kendimi okulun güzelliklerine ve doğasına fokuslayabilirim.

Her ne kadar sövseniz de siz de içten içten sinsice o güzel duyguyu, öğrenciliği yaşayın panpalar.

Herkese son 2-3 finalinde başarılar, bu günleri özlicem.

16 Mayıs 2011 Pazartesi

Carrying One's Own Weight

Geçen düşündüm, üniversiteye girene kadar para kazanmanın nası bir şey olduğundan habersizdim. Öyle en ufak bir beklenti de yoktu. Sadece okumamız istenmişti. Ama sonra işler değişti. Hem hayatın zorluklarından fazla izole büyüdüğümüzü farkettiğim, sonradan da o zorlukların bizim çocukluktan beri etrafımızda oluşturulan kalkanın dağılmaya başlamasıyla içeri nüfuz ettiğini farkettiğim için hem de ailemin yıllar boyu dersanesi şusu busu bitmeyen iki adet çocuk okuturken darbe alan ekonomisine katkıda bulunmakta beis görmediğim için çalışmak ve para kazanmak istedim.

Şimdiye kadar;

anketörlük yaparak
müzik(davul) dersi vererek
enstrüman(davul, gitar) çalarak
parayla istatistiksel analiz yaparak
başka bölümlerdeki öğrencilerin SPSS ödevlerini yaparak
yazılım üreterek
ingilizce çeviri yaparak
yazın bir BT firmasında full time çalışarak
matematik, fen vb. dersler vererek

para kazanmışım. Yani baya bi şeyler yapmışım para kazanmak adına. Öyle steady bir işim olmamış ama amerikada öğrencilerin college money dedikleri hadise için çalışmasına benzer, en azından kendi harçlığımı çıkarma şeklinde çaba göstermişim.

Bugün bu gerçek usuma düşünce bundan dolayı kendimle gurur duymadığımı söylersem yalan olur. Çünkü son zamanlarda daha iyi farkettiğim üzere ekonomik güç, kendi başına bile çok büyük bir güç. Ayrıca hayatın zorluklarını, insanları tanımak adına önemli bir şey. Hem de artık biraz insan kendi yükünü taşımak, ailesinin kaynaklarını göfletmemek istiyor.

Bu yukarıda saydığım yaptığım şeylerden kazandıklarımın hiçbiri ayrı ayrı düşününce dişe dokunur paralar değildi. Ama yine de insana huzur, güven ve mutluluk veriyor. Ve de yekûne baktığımda hiç de yabana atılacak bir para değilmiş şimdiye kadar kazandığım. En azından okulumu uzatarak aileme verdiğim zararı biraz da olsa kompanse edebildiğimi düşünerek rahatlıyorum. Artı olarak, para kazanabiliyor olduğumu görerek kendime güven aşılıyorum. Çok çeşitli işlerden para kazanmanın ilginç bir duygusu var.

Ama hepsi bir kenara, özellikle ilk kazandığım para (4 sene önce, Türk Telekom basket takımının amigo timinde trampet çalarak) bana muhteşem bir sevinç vermişti. 80 TL idi meblağ. Yaşattığı mutluluk ve bir şey yapmak, yaptığın şeyin, işin para karşılığı olması korkunç bir tatmindi. Bizde adet olduğu için tatlı almıştım eve giderken. Sürpriz oldu bizimkilere. Annem tabi dayanamayıp sevincinden ağlamıştı ehueh. Ayrı bir nokta da şu ki müzik yaparak para kazanmanın dadını (en azından amatör safhadaki dadını) bunu yaşamış olan bilir.

Bunun dışında çok kelepire yaptığım işler, çok güzel para aldığım işler, değişik insanlar tanıdığım işler ile 20 küsür sene ayrı yaşadığım bu garip dünyaya balıklama daldım. Kolay da olmadı ama gerekeni yaptım. Evde, işte baktım. Bir de almak istediğim harici eğitim (yazılım kursu) nedeniyle daha fazla zora soktum ailemi. Ama mecburdum. Kafamı kurcalayan şey okulu nasıl bitireceğimden çok bitirince ne yapacağımdı. Daha ileri görüşlüydüm yaşıtlarımdan. Bunu avantaja çevirmek zorundaydım. Sene kaybetmek pahasına da olsa.

Şimdi de kendimi buraya kadar ittirerek getirdiğim için mutluyum. Okulumun bitmesine az kaldı. Hala para kazanıyorum ufak ufak. Ama sonrasında artık bunlarla çok fazla muhatap olmama gerek kalmayacak. Artık bu edindiklerimi gerçek sahada gösterme imkanı doğacak. Dişe dokunur paralar kazanma zamanı gelecek, kendimi okul gerginliğinden arıtarak tamamen işe verme, edindiğim tecrübeleri nakite, insanlar hakkında edindiğim izlenimleri pratikliğe çevirme zamanı gelecek. Parayı gerçekten pek az önemsiyorum, hayatımı rahatça yaşayabileceğim kadar param olması beni çok mutlu etmeye yeter de artar bile ama paranın gerekliliğini de yadsıyacak kadar Mandıra Filozofu değilim. Yine de cebimde duran para bana çok mutluluk vermez, onu cömertçe harcama eğilimim, faydaya (utility) çevirme tandansım vardır. Kimisi parayı saklayınca mutlu olur, cepteki veya biriken para mutluluk verir, kimisi de harcamayı sever. Eğer acil bir ihtiyacım veya kritik bir durumum yoksa para biriktirmeyi pek beceremem o açıdan. Bu noktada para kazanmanın da önemi ortaya çıkıyor. Kazanabilesin ki harcayıp mutlu olabilesin.

Eğer bu yazıyı okuyorsanız ve üniversite hayatınız devam ediyorsa, siz de bunu deneyin. Kasiyer olun, bi şeyler yapın, paraya ihtiyacınız olmasa bile çalışmayı deneyin. Emin olun okul bitince daha veteran, daha güçlü ve güvenli hissedeceksiniz. Ben şimdiden o güveni yaşıyorum ve tuttuğumu bir nebze de olsa koparabildiğimi düşünerek mutlu oluyorum. Kaldı ki işverenler de bu özelliği aramıyor değil sıklıkla. Bu hayata atılma olayını paraya ihtiyacı çok fazla olmasa bile sırf o atiklik ve çevikliği edinerek iş hayatında kullanmak üzere kenara koymak için, hayatı öğrenmek için yapan bile var, gördüm.

Babam mesela böyle hayatta saçma bi hata yapınca, sorumluluklarımda ve vazifelerimde kayıtsız olunca bana şey derdi eskiden, "booomboş yaşıyosun." Özellikle de bilgisayar başında saatler geçirmeme ifrit olur, sövmelere doyamazdı. Şimdi bilgisayarın hayatımdaki önemi azalacağına arttı ama şu noktada bana boş  yaşadığımı söyleyebileceğini zannetmiyorum ki yapmıyo zaten. Ayrı eve çıkabilince ve kendini çekip çevirebilince, yazın iş bulup çalışabilince, bir yandan okulu devam ettirip dersleri tek tek verebilince ve büyük zorluklarla yazıldığım kursumu başarıyla bitirince artık biraz dolu yaşamaya başladığımı anladılar gibi. Beni harekete geçmiş gördüler. Halbuki beni boş yaşamaya teşvik eden kendileriydi. Her ihtiyacımız giderilince, her işimize koşulunca bize bir şey düşmüyordu. Haliyle hiçbir özelliğimiz gelişmiyor ve mallaşıyorduk. Bu da bizi ailenin gözünde işe yaramaz gösteriyordu. Hani "senden para getir istediğimiz yok, tek vazifen okul, onu da adam gibi oku." mantığı vardır ya, o işte. Ama ben öyle istemiyorum. Asıl hayat okuldan sonra başlayacak. Ne anladım mezun olup tanımadığım bir hayata, ortama atıldıktan sonra. Hani %100 istediğim bir bölümde okuyor olsam, gerçekten gece gündüz okula kasardım mezun olunca da istediğim işe bir şekilde girer, pamuk gibi bir hayat yaşardım. Ama bazı çileler çekmem gerekecekse onları şimdi, ailemin desteği arkamdayken çekmeyi tercih ederim. Ben mi yanlış düşünüyorum? Öbür türlü çok daha zor olacaktı. "Ee okul bitti artık bir iş bul, bizden paydos." Oldu cnm. Nası bulim mal gibi yetiştim 25 senedir evden okula okuldan eve? En iyisi ben biraz okul zamanında da bir şeyler kurcalayayım, öğreneyim, kursa gideyim, ama parasını da kazanayım falan diyerek yazılım kursuna gittim. Kazandığım para pek yetmedi, davulumu sattım tamamen kendi yöntemlerimle, çünkü borcu büyüktü kursun. Çok üzüldüm böyle içim acıdı, çok da ucuza gitti ama olsun. Gözü döndürdüm bi kere. Kavga etmek istedim hayatla. Arıza çıkardım. I picked a fight with hayat. Battle Hardened olmak istedim, sadece bilgi değil pratiğim de olsun istedim. Nitekim hayat da çok barışçıl bir adversary değilmiş, tüm gücüyle saldırdı birden. Ama yenik düşmedim. Çok sevdiğim bir işi yapmak için iyi bir adım attım, bilgisayar programlama ile ilgili güzel şeyler öğrendim, en yüksek puanlarla bitirdim kursu. Okulu biraz boşlamış oldum bu karambolün içerisinde ama sonuç bence pozitif oldu. Hem bir sürü şey kazandım her konuda, hem de aileme hayatta kendi isteklerim ve yörüngem olduğunu kabul ettirmiş oldum. Biraz sancılı ve zor oldu ama oldu. Kolay olmasını beklemiyodum. Zaten başka türlü kendinizi ailenize ispatlayabilmeniz mümkün değil. Bir şeyler başarıp, onların desteği olmadan bir şeyler elde edebildiğinizde, hatta onlara isyan ettiğinizde ve kendi bayrağınızı açtığınızda ancak sizin çocuk olmadığınızı, kendi hareket ve karar mekanizmanızın olduğunu anlıyorlar. Hele işte bunu destekleyecek ufak bir ekonomik gücünüz olduğunda daha fazla söz sahibi oluyorsunuz kendinizle ilgili.

Gerçi birçok insan zaten bunları default olarak yapıyo, benim marifet saydığım bu olguyu belki de ortaokuldan itibaren, mecburen veya ailesi aracılığıyla (ailesinin "ileri görüşlülüğü" diyebileceğim ama çok nadir görülen yönlendirme sayesinde) yürütüyor. Hem okula gidiyor, hem para kazanıyor. İhtiyacı olsa da kazanıyor olmasa da. Ki zaten bu adamlar büyüyünce hayatta daha başarılı olabilen, hayat adamları oluyorlar. Ama siz siz olun, eğer ben gibi ailenizin size kurduğu zırhın içinde yaşadıysanız, harekete geçin ve bir şeyler yapın, topluluklara katılın, girişimlerde bulunun, ufak bir iş kurun, ne bilem hareket edin yani. "booomboş" yaşamayın. Benim gibi cart diye bir anda içine düşmek durumunda kalırsanız daha kötü koyuyor. En kötüsü de o aile korumasının 25+ yaşta da devam etmesi. Çocuk öyle okulunu bitirir işe girer, artık işe gidip geliyordur ama kazandığı paranın kıymetini anlayacak durumda değildir, çünkü zaten ailesinin geçindirmesi nedeniyle ihtiyacı olmuyordur o paraya. Onu tamamen kendi zevklerine ve havaya harcıyordur. Para biriktirin. Kendinize, eğitiminize harcayın. Ayrı eve çıkın. Hayata adapte olun. Hayat ailenin yanındakinden 180° farklı. Kendinizi uyandırın. Özellikle erkek çocuğuysanız bir çok survival skill'e ihtiyacınız olacak. Erkeklik sadece bir mekanda baba parasıyla hesabı ödemek değil. Babanızın torpiliyle girdiğiniz işe bile burun kıvırarak olmaz bu iş. Akıllı olun olm. O aile parası bugün var yarın yok. Bunun örnekleri gani gani. Sonra sudan çıkmış balık olmayın. Çok rahat insanı köreltir, hazırlıksız yakalanmayın dilerim ama yakalanma olasılığınız çok yüksek. O insanlar bir gün sizi yalnız bırakmak zorunda. O yüzden şimdiden hayatta tek olmayı ve güçlü olmayı öğrenin. Yuva kurarken çok zorlanırsınız sonra. Adapte olamazsınız. Zorlanırsınız. Sorumluluk ağır gelir.

Benim son 4 senem bunları öğrenerek geçti. Nasihat addedene bi şey diyemem. Ben sadece panpa tavsiyesi verdim.

Bu ibretlik yazı sizlere armağan olsun, sübhanallah.

10 Mayıs 2011 Salı

Hayat Maksimumda değil Optimumda güzeldir.

Optimum Alışveriş Merkezi. Sizin Yeriniz.


Tek istediğim, mal gibi, odun gibi bir çocukluk/gençlik geçirmemek, bir sürü şey görmek, yaşamak; ama bir yandan bomboş ve sadece gezip tozan, zamanını öldüren bir adam olmamak, geleceğimi teminat altına almak ve güçlü, topluma katkı sağlayan bir birey olmaktı. Sanırım ikisini de optimum seviyede başarabilmek üzereyim.

Çocukluğum çok zor geçti. Hani burak şenses'in son zamanlarda doğum günü olan kişilere yolladığı, güzide cicibebe şarkısındaki sözlere benzer. "Yıllar biraz zor geçti, ama bak kocaman oldun". Yıllar 'baya' bir zor geçti, ama bakıyorum, kocaman olmuşum bile. Ve yine de güzel bir çocukluk, öğrencilik, gençlik dönemi yaşamışım. Lisede okuldan kaçıp internet kafeye gitmek bile güzel bir anıydı. Sadece okul-ev takılan ve hayatını mal gibi geçiren bir insan olmayacağım o zamanlardan belliydi. Daha farklı bir şeyler aradım. Okumayı sevdiğimden okudum yazdım çizdim. Değişik küntürleri öğrendim. Bi şeyler yaptım yani.

Yakın zamanda bitecek olan (öyle umduğum ve artık çok da tereddüt etmediğim, inşallaha maşallaha bırakmadığım) üniversite hayatım da çok tatlı ve dolu geçti. Müzik adına çok şey yaptım, biraz okulu salladım tabi ama, toparlanamayacak kadar değil. Azcık okula gittim, daha çok sosyal aktiviteler yaptım. Gezdim tozdum, oyun oynadım, eğlendim, mutlu oldum.

Şimdi ise geleceğimi de teminat altına almak için dişimi sıkıyorum. Gerçekten ders çalışmak canımı çok sıkıyor ama direniyorum. Çünkü az kaldı. Bu güzel çocukluk/gençlik döneminin üzerine diplomamı da alıp doğru dürüst bir insan olma yolundaki önemli adımı atarsam, rahata erişiceğimi umuyorum. Çünkü bu engeli atlattıktan sonra önümde daha düz, daha engebesiz bir yol var diye düşünüyorum.

İşte bugünlerde bu çabanın artık son demlerini yaşıyorum. İleride zorluklar içerisinde yaşayan bir insan olmamak ve bu eğlenceli geçen gençliğimi taçlandırmak için buna katlanmam gerekiyor.

Şimdi dersime döneyim, ve kendime bir gelecek hazırlıyim. Tüm gençliğini ağzını ayırıp gezip tozmaya harcayan ve ilerde kendisine ve ailesine doğru dürüst bir hayat sürdürmek için ailesine veya başkasına güvenenlerden VEYA tüm hayatını okul-iş yapıp bitkisel hayat yaşayan, ileride çocuklarına anlatacak 2 kelime hikayesi olmayan, "ben gençliğimde şöyleydim böyleydim, bir sürü şey yaptım" diyemeyecek adamlardan farkım olsun. Her şeyi yapmış olayım, ne şiş yansın ne kebap. İkisinden de optimum düzeyde olsun. Bokunu çıkarmadan, güzelce, dengeli şekilde. Evet ders çalışmadım okula gitmedim uzattım ama şimdi çalışacağım ve o esnada yaşadığım çok güzel günlerin boşa gitmemesini, ilerde o günleri pişmanlıkla değil mutluluk ve tatmin içerisinde anmayı garanti altına alacağım.

Hadibye.

edit: bu arada ortaokul-lise hayatım boyunca hep takdir-teşekkür aldım.
Şu sahneyi de yaşadım.
Haytalığın da kendine göre keyfi var. Lise güzeldi.

3 Mayıs 2011 Salı

Yobazlık

Ülkemizde yobazlık ve bağnazlık almış başını gidiyor, bunu inkar edenin anlını ŞLAK diye karışlarım. Ama bunu görmeyi reddedenler halkın %40-50'sini oluşturuyor. Hadi bunlardan bir kısmının da yobazlık taraftarı olduğunu düşünelim. Peki toplumumuzun bilinçli insan oranı sadece %50-60 mı? Ben buna inanmıyorum. Bu sadece gerçeği görmekten acizliktir, cehaletten ziyade.

Ama bu Türkiye'deki gerçeği görmeyi reddedenler için çok güzel, böyle fırından yeni çıkmış dumanı üstünde bir haber var.

22 Ağustos'ta internete uygulanacak olan filtre:
http://haber.mynet.com/detay/teknoloji/internetin-olum-tarihi-22-agustos-2011/569044


Herifler açık açık interneti Türkiye'de öldürüyor. Daha birçok şeyi öldürecekler de, bu en somut örneklerinden. Yani öncülüğünü ettiği "yenilikler"den sadece bi tanesi.

İnternet üzerindeki tüm platformlar (Sosyal Medya tabirini hiç sevmiyorum o yüzden kullanmayacağım) bu haberin sarsıntısını yaşıyor ve ortalık çalkalanıyor. Twitter'da saatlerdir trending topic listesinde baş sıralarda.

Neden bu kadar büyük yankı uyandırdı? Çünkü basit ve somut. Başına seçeceği adamın ona ne yapacağından bihaber olanlar bile bu haberin tesirinden etkilenip uyandı bir nebze. Çünkü sanırsam bu haber, 21 haziran'dan sonra olacaklar hakkında gerekli mesajı bazı uykucu şirinlere net şekilde verdi. Adam benim hangi siteye gireceğime karar veriyor, hem de gülünç ve ilkel bir kelime filtresi yöntemiyle. 4 tane filtre olacakmış da, sen seçecekmişsin. Sanki digiturk üyelik paketi satın alıyoruz aq. BTK dediğin, bir araç. Bir maşa. Başındaki adamı memnun etmek için, hatta onun talimatıyla ülkedeki "dinsizliği" azaltması için görevlendirilmiş ve buna en etkili merci olan internetten başlamış (çünkü denetlemesi en zor yer). Neymiş, Jenna Jameson kelimesi geçen domain isimleri filtrelenecekmiş, bir iki daha komik kelime tespit etmiş bu konuda "bilgili, deneyimli" uzmanlar, onlar da bloklanacakmış. YouTube'a giriş mümkün olmayacakmış. Bunları da İnternet Servis Sağlayıcılarına dayatarak olayı kökten halledecekler amcamlar. Hani DNS sayesinde kimse sallamadı ya önceki yasakları, savaşı bi mertebe öteye götürecekler akıllarınca. Ve böylece insanlara iman ve iyi ahlak tatbik edeceklerini sanıyorlar. Benim kendi seçeneklerimi kendi değerlendirme yetime güvenmiyor, güvenmedikleri gibi buna müdahale ediyorlar. Çok göreceli olan "zararlı" içerik kavramını kafalarına göre (hem de beceriksizce) belirleyip dayatmayı hak görüyorlar. Bunun ülkede harika değişiklikler, böyle çiçekler kuşlar bezeli günler, müthiş ahlaklı insanlar falan yaratabileceğini zannediyorlar.

Ulan örümcek beyinli, hadi 1830 yılında olsak neyse de, bugün bunu hangi akıl keser? Ben söyliyeyim. Tabi ki yobaz aklı. Sadece yobaz olsa, kendi halinde yobazlığını yaşasa neyse. Bunu tüm ülkeye de diretiyor. Buna "EVET" diyenler de bu gericiliğe ve saçmalığa ortaktır.

Ben bunu istemiyorum, ama isteyen var. İstesin. Ama bunu "istediğini zanneden" de çok büyük bir kitle var. Bu kitlenin azaltılması gerektiğini düşündüğüm, eğer hala ISRARLA bazı şeyleri farketmedilerse şimdiye kadar, bunu farketmelerini istediğim, aslında neyin ne olduğunu bilmeleri gerektiğine inandığım için bu yazıyı yazıyorum.

Demokrasi yok arkadaşım. Şu an ülkede demokrasi falan yok. Senin verdiğin oya karışırım ben artık, sana tepki gösteririm. Çünkü öyle bir noktaya geldi iş, o kadar kutuplaştı, bazı temel haklara o kadar karşı durur hale geldi. Sen benim özgürlüğümü verdiğin oyla kısıtlıyorsan, ben de senin verdiğin oy nedeniyle tepki gösteririm. Çünkü senin verdiğin oylarla bunlar bunu yapabiliyor.


Birisi de yorum olarak şey yazmış habere : "Ben bu kararı destekliyorum, işyerinde gereksiz sitelere giriyolla, virüs geliyo bilgisayarlara."

Bak arkadaşım. Böyle bir engelleme şekli yok. Bunu halkını eğiterek, bilinçlendirerek, veya güzellikle engellersin. Broşür yayınlarsın, bu sitelere girmeyin, zararlıdır diye. Yani kendinize değil, bilgisayarınıza zararlıdır diye. Yoksa adamın ordaki içeriği görmesinden sana ne. Ahlaki olarak hoş olmadığını söylersin belki ama, ahlak göreceli ve yazılı olmayan bir kanundur. BUNU YAPMAYACAKSIN SANA ZARARLI diyecek raddede bir merci değilsin. Ha, orda gördüğünü birine uygulamaya çalışır, o zaman elinden geleni yap. Ama sen tam tersini yapıyosun lan! Özgürlük o değil, sen çok yanlış gelmişsin, geri dön, ışıklardan sağa. Ordan ufukta kaybol git.

İnternet gibi bir kavramı belli kalıplara sokup, sonra bunu ihlal edene gidip hırsızlık yapanın elini kesmek gibi bir ceza sistemine bağlayamazsın. Bir de kaldı ki bu adamlar, silah edinme yaşını düşüren adamlar. Mahkemelerin kokuştuğu bir dönem getiren adamlar. Dönen dümenlerin haddi hesabı yok. Her tür dalaverenin yapıldığı, çetelerin kurulduğu, insanların birbirine teksas gibi sıktığı, canı sıkılanın küçük çocuklara tecavüz ettiği ve bunların çoğunun hapse bile girmediği falan bir yer burası. Hani sıkı kurallar orda niye işlemiyor? Katiller neden ortalıkta geziyor? Bunlar varken olay porno siteye mi kaldı? Hem sen duuur. Bu yasaklar gelsin sen o zaman pornoya olan merakı seyret. Tecavüzdeki artışları o zaman gör. Dünyadan bihaber, internetten, modernizmden caydırılan insanların cehaletinin artışını, birbirini canlı canlı yiyişini izle. Google Trends'de zararlı içerik arayan ülkelerin başında İslami ülkeler geliyor inşallah. Biz de İslami ülke olucaz bu gidişle, maaşallah.

"Ben ona oy vermem o şöyle, o yüzden buna vericem" derken neyle neyi karşılaştırdığınızın farkına varın. Artık Türkiye'de 2 olasılıklı bir kumar var. 1 tane faktör ve diğerleri. Herkes birleşmiş o 1 faktöre karşı çıkarken siz gidip oraya yamanırsanız, sizin eğitimli birisi olduğunuzu, inançlarınızın o kişilerle örtüşmediğini varsayarak, ben sizde art niyet, bencillik, kendi götünü kurtarma, çoğunluğa uyup araya karışma içgüdüsü ararım arkadaş. Son kurtuluş umudunuzu da gidip "çılgın" olduğunu, demokratik bir Türkiye için çalıştığını iddia eden, dışarıdan bakınca adama benzeyen ama içerde böyle irin, cerahat dolu bir beyne sahip olan adamların eline teslim etmeyin. Neye verirseniz verin oyunuzu, sol, sağ, orta, yan, düz, irmik helvası partisi. Elbet kafanıza yakın bir tane vardır. Ama onlara vermeyin. Çünkü ülke artık 2 ana faktör. Biz ne İran'ız ne Suudi Arabistan'ız ne bilmemnereyiz. Burası özgün bir "Cumhuriyet". Tamamen kendine özgü, güçlü ve modern bir ülke. Sen bu yeni izlediğin rotayla, Türkiye'yi asimile olmaya zorluyorsun. Kültürünü İslam kültürüyle tamamen bitiştiriyorsun. İnsanlar din, İslam falan derken Türklüğünü, nerde olduğunu unutur. Bir gün bu olur böyle giderse, o pıtrak gibi çoğalan ve temel taşı İslam olan asimile ülkeler oluruz.

Benim söyleyeceğim bu kadar. Yine de artık bu kadar somut kanıtlar varken bu kelepçeyi kendinize takmak isterseniz, size bol şans. Ama sizle ve sizin gibilerle, karşılaştığım her platformda harp edeceğimi, zihinsel, fiziksel veya ruhsal olarak sert biçimde mücadele edeceğimi bilmenizi isterim. İlerde Türkiye içinde yaşanmaz bir yer olursa, tüm aydınlık zihinler bastırılıp, tutuklanıp, susturulup, öldürülüp, bir yerlere kaçırıldığında size bunun hesabını acı şekilde sorarlar.

Bu seferlik böyle yazdım, . Çünkü aynı hatayı 3. kez yapmamanız gerek. Ben dinle bu kadar iç içe yaşamak istemiyorum. Belki sen de öyle yaşamak istiyosun. Ama unutma ki Atatürk bunun kişi bazında olması gerektiğini öngördü. Devletin bunları dayatmasını yasakladı. Bu yapılan, bunun, yani laikliğin tam tersidir. Hadi her şeyi geçtim, eğer laikliğe de açık açık sövüyorsan, ben senin ar damarının çatlayan yerine tuz basayım.

Ama yine de kararlıysanız, alın size 22 Ağustos'tan sonra girebileceğiniz siteler. Bol bol gezersiniz. Wikipedia'ya falan da engel getirirler zararlı bilgiler var falan diye. Ooh mis gibi olur.

http://www.cocuknidasi.com/
http://www.dinisayfalar.com/
http://www.tesettur.info/
http://www.capricepalace.com.tr/

Traşikomuk

sayın vekılım cumhur başkanımıza başbakanımıza iç işleri bakanımıza iligili mulku amirlere iletmek özere bır konuyu erz ederı

konu şu kumşumun oğlu okulda okurken sıtajer olarak 400 kışının calıstığı fabrıkada sıtaj gurur ve netıcesınde şahadet

parmağını makıneye kaptırı ve ıs guren parmak kunde kopar ve bu orencıyı sahıp cıkmada kapı dısı edıyorlar öğrencı cok magdur

piskolujısı cok bozuk allh kurusun ıntıharı bıle dusunuyor zor teselı edıyoruz magduryetın gıderılmesı ıcın yardımınıza ihtıy

(twitter'da cb'ye yapılan bir menşın serisinden aynen alıntı.)

13 Nisan 2011 Çarşamba

Öğrenciler ve Personel

Hacettepe Üniversitesi Beytepe Kampüsündeki görevli personel arasında bir araştırma yapmak istiyorum. Bunlardan bazıları zor işlerde (temizlik, yemekhane, kazan görevlisi, taşıma, güvenlik vs.) görevlerde çalışıyorlar. Onlara bakınca o okulu ayakta tutan, öğrencileri temiz, tok ve sıcak ve huzurlu tutan kişileri görüyorum. İşleri zor, sabahın kör saatinde daha hiçbir öğrenci gelmemişken gelmiş olmaları gerekiyor, bütün gün yemek yapanlar var, tüm gün direksiyon sallayan. Peki yaptıkları işten memnunlar mı? Herhangi bir yerde değil de üniversitede, genç insanlara hizmet için çalışmaktan memnunlar mı?

Onların biz öğrencilerle ilgili düşüncelerinin genel olarak 3'e ayrıldığını düşünüyorum ve bunu bir anketle onlara sorma planım var.

Birinci grup, işini kendini vererek ve adanmışlıkla yapan, bencillikten çok uzak, düşük ücretinden şikayetçi olmayan grup. "The Big Picture"ı görüyor ve burda yaptıklarının kutsal bir iş olduğunu düşünüyorlar. "Bu çocuklar Türkiye'nin geleceği, onlara hizmet ediyor olmaktan mutluyum, burda okuyacak, büyük adam olacak ve bizi ileri taşıyacaklar" diyorlar.

İkinci grup, mutsuz grup. Hayat şartları onları daha fazla zorlamış olduğundan veya daha fazla bencillik hisleri beslediklerinden, "Yemişim öğrencisini istikbalini, ben burda açken napiyim onların selametini" diyor ve işini istemeye istemeye yapıyor veya ücreti yetersiz buluyor VEYA herhangi bir nedenden ötürü öğrencileri sevmiyorlar.

Üçüncü grup ise nötr veya tam profesyonel grup. "İşimi yapar paramı alır evime giderim, ha öğrenciye hizmet vermişim ha başka birine. Fark yaratmaz" diyor. Bunlara bir sosyoekonomik veya sosyokültürel düzeyde değişkenlere göre hazırlanmış bir iki soru daha ekleyin ve alın size mis gibi istatistiksel analiz.

Sonuçta kendimi onlara borçlu hissediyorum ve gerçekten de birinci gruptaki çalışanlar gibi düşünsünler istiyorum. Onların sayesinde okulumda huzurla eğitim alabiliyorum ve kendime, daha da önemlisi ülkeme bir gelecek inşa edebiliyorum.


Teşekkürler size yemekhane görevlisi, güvenlik görevlisi, kütüphanedeki memur, çiçekleri sulayan bahçevan, köprü ring seferi şöförü, kazan dairesi çalışanı, bölümümüz temizlik görevlisi. Okulumu güzel ve yaşanabilir tuttuğunuz için teşekkürler. Okumak, okula gidip gelmek, bu bölüm artık bana zor geliyor ama yine de onu katlanılabilir tuttunuz ve beni diploma sahibi yapacaksınız.

Teşekkürler.

26 Mart 2011 Cumartesi

Bugün

Bugün bence bambaşka bi gündü. Hafızamda bi çok günün yeri muntazam şekilde vardır ama yaşadığım gün sayısına bölersek çok küçük bir yüzdesini hafızama kaydederim. Bugün de o günlerden. Çok farklıydı çünkü çok güzeldi. Aslında alelade bir cumaydı ama nedense bana çok güzel ve özel geldi. Yoğundu. Güzel bir yoğundu. Konsantre mutluluktu. Özlenen bi mutluluk. Çok ihtiyacım olduğunu anladığım, yokluğunda, araya azıcık bile zaman girdiğinde kötü hissettiğim bi mutluluk. İhtiyacım varmış, çünkü şu an 24 saat önceki halime kıyasla tonlarca mutluluk farkı var üzerimde. Bu etki insanda ister istemez bir farkındalık yaratıyor.

Kendimi çok mutlu ve çok güçlü hissediyorum bugünün ardından. Sihir gibi ama değil. Aslında sihir de denebilir. Ama çok güzel bi şey. Bazı şeylerin çok güzel ve yolunda gittiğini gördüm, daha önce hiç tatmadığım güzellikleri ve hoşlukları tatmakta olduğumu gördüm. Her geçen gün ondan aldığım keyfin arttığını hissettim. Onun benim için öneminin giderek yükseldiğini farkettim.

Bu güzel gün için o benim büyük mutluluk kaynağıma çok teşekkür ederim. Her saniyesi benim için hazinedir.

27 Şubat 2011 Pazar

What D&D Character Are You?

I Am A:

Lawful Neutral Half-Elf  Monk (3rd Level)


Ability Scores:

Strength-15

Dexterity-17

Constitution-13

Intelligence-13

Wisdom-12

Charisma-12


Alignment:
Lawful Neutral A lawful neutral character acts as law, tradition, or a personal code directs him. Order and organization are paramount to him. He may believe in personal order and live by a code or standard, or he may believe in order for all and favor a strong, organized government. Lawful neutral is the best alignment you can be because it means you are reliable and honorable without being a zealot. However, lawful neutral can be a dangerous alignment because it seeks to eliminate all freedom, choice, and diversity in society.


Race:
Half-Elves have the curiosity and ambition for their human parent and the refined senses and love of nature of their elven parent, although they are outsiders among both cultures. To humans, half-elves are paler, fairer and smoother-skinned than their human parents, but their actual skin tones and other details vary just as human features do. Half-elves tend to have green, elven eyes. They live to about 180.


Class:
Monks are versatile warriors skilled at fighting without weapons or armor. Good-aligned monks serve as protectors of the people, while evil monks make ideal spies and assassins. Though they don't cast spells, monks channel a subtle energy, called ki. This energy allows them to perform amazing feats, such as healing themselves, catching arrows in flight, and dodging blows with lightning speed. Their mundane and ki-based abilities grow with experience, granting them more power over themselves and their environment. Monks suffer unique penalties to their abilities if they wear armor, as doing so violates their rigid oath. A monk wearing armor loses their Wisdom and level based armor class bonuses, their movement speed, and their additional unarmed attacks per round.

Detailed Results:

Alignment:
Lawful Good ----- XXXXXXXXXXXXXXXXXXXX (20)
Neutral Good ---- XXXXXXXXXXXXXXXXXXX (19)
Chaotic Good ---- XXXXXXXXXXXXXX (14)
Lawful Neutral -- XXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXX (22)
True Neutral ---- XXXXXXXXXXXXXXXXXXXXX (21)
Chaotic Neutral - XXXXXXXXXXXXXXXX (16)
Lawful Evil ----- XXXXXXXXXXX (11)
Neutral Evil ---- XXXXXXXXXX (10)
Chaotic Evil ---- XXXXX (5)

Law & Chaos:
Law ----- XXXXXXXXXX (10)
Neutral - XXXXXXXXX (9)
Chaos --- XXXX (4)

Good & Evil:
Good ---- XXXXXXXXXX (10)
Neutral - XXXXXXXXXXXX (12)
Evil ---- X (1)

Race:
Human ---- XXXXXXXXXXXXX (13)
Dwarf ---- XXXXXX (6)
Elf ------ XXXXXXXXXXXX (12)
Gnome ---- XXXXXX (6)
Halfling - XXXXXXXX (8)
Half-Elf - XXXXXXXXXXXXXX (14)
Half-Orc - XXXX (4)

Class:
Barbarian - (-25)
Bard ------ (-19)
Cleric ---- (-6)
Druid ----- XX (2)
Fighter --- XX (2)
Monk ------ XXXXXX (6)
Paladin --- (-21)
Ranger ---- (-2)
Rogue ----- (-4)
Sorcerer -- XXXX (4)
Wizard ---- (0)



Beyler adam beni Half-Elf Monk yaptı. Siz de merak ediyosanız (baya uzun bi test)
http://easydamus.com/character.html
Valla helal adamlara.

30 Ocak 2011 Pazar

The year of the Crane and the Tiger

Tiger and the Crane are animals which I both treasure for their strength, resolution and aestethics. Crane is a creature of intelligence and finesse where Tiger, also being my Chinese Zodiac Sign, is a fierce and agile animal. It's brave, competitive and unpredictable.


For many thousand years, these two creatures were observed closely for their distinct behaviours. Tiger is not an animal to be trifled with and Crane is also a creature of cunning and adaptability. It also possess a certain way in what he does, showing a certain feeling of grace with his moves.

Chinese martial art Kung-Fu nourished from these two for a very long time, in which the effects can be seen quite obviously. A sub-branch of Kung-Fu, known as Wing-Tsun derives from the basic Crane style. However, Tiger is much more intertwined with original Kung-Fu art and is a difficult pattern to squeeze due to its greater reliability on raw body strength and agility. The combination of two styles though, can also be seen throughout martial artists, drawing from both sides' benefits.

What I find in these two is a spirit that I've long searched for. I've been brought up relying on my innate intellect and pure knowledge. But jumping into life seems to be demanding a lot more that that.

Tiger, as anyone knows, is a creature of decisiveness and power. Knowing he has the required power to perform a task, for example hunt a deer, it acknowledges that it's only a matter of determination and perseverance to obtain it. Despite his strength and weight, he can also perform quick and momentary moves, in order to follow the quick steering deer, doing whatever is needed to reach or take down its prey at that very moment. What I'm trying to learn from Tiger, my Chinese counterpart to my Zodiac Sign is that one has to lock his eyes to his target and never let go. Watch the moment and do what is necessary to get your award. Concentration and quick, agile acting is the key. You should do whatever it takes to achieve your goal because you know you are already more than powerful enough for many, many opponent (goal) available.

The White Crane on the other hand, relies heavily on intellect and adaptation. It can live under many conditions in an abundance or shortage of food, create its own solutions. It's a peaceful creature by nature but when it faces difficulties in life, it uses constructive methods, social mutualism, then intimidation, bluffing yet if all else fails engages the threat to protect himself or his loved ones. And while doing so, he again uses his knowledge and finesse to hit once but hit precise. Raw power or sheer determinism is not enough for Crane but he gets by all the same.

As anyone can see, these are already two successful specimens on their respective rights. But combining the two of them in a united understanding of wisdom is all the more reason to respect these natural fighters. We who consider ourselves civilized still have so much to deal with in our life, which in some perspective may be regarded as "fighting". This is where we search for a fighting spirit, and I preferred as the Ancient Monks of Shaolin once did, observing the nature and learning from its ways.

In my initiation to real life, I have faced many sour situations up until now. I'm still troubled and concerned about my future at the moment. But when one thinks, "what would nature's way be" he gets the right answer : don't lose your focus and stay firm as a Tiger knowing that once you reach your target, you'll have all the power to overcome it, use your wits and adaptation skill, be intelligent and wise as a White Crane to outcome the trivial problems of everyday life and show finesse in solving things. I may have failed several times till now but hereby I give my solemn Oath that I will NEVER give up this fight, I'll chase it night and day and take it down so I can reach my goal. I will be as fierce as a Tiger and as gracious and smart as a Crane.

"The more we succeed in training our hearts and minds through cultivating spiritual qualities, the better our ability to cope with adversity." -Dalai Lama