23 Mart 2013 Cumartesi

Chronicles of a naive Corporal

Askere geldim. Şu anda bot bağlayalı tam 93 gün olmuş. Çarşı iznindeyim. Kadıköy'de bir internet kafede oturuyorum. Yanımda yöremde Counter, LoL falan oynaan insanlar dolu.

Söylemek istediklerimi 2 başlık altında topladım.

Birincisi, genel olarak askerlik olgusu ve benim onunla ilgili düşündüklerim.

Askerlik zor bir şey çünkü fiziksel, zihinsel ve ruhsal bir yük. Türkiye'nin neresinde askerlik yapıyor olursanız olun bu geçerli. "En iyi askerliğin bile a.q." dedikleri olay gerçek. Normal hayatınızda yüzüne bile bakmayacağınız, baksanız da muhatap olmayacağınız insanlar, size emir verebiliyor, çay getirtebiliyor, çamura yatırabiliyor, soğukta saatlerce bekletebiliyor, yüzünüze karşı dalga geçebiliyor. Bu, duyduğuma göre Batı'da askerlik yapan kişilerin daha fazla karşılaştıkları bir şeymiş. Doğu'da komutanlar daha toleranslı, daha hoşgörülü oluyor derler.

İlk başlarda sıkıntı yaşasanız ve ortamı yadırgasanız da, bir yerden sonra mümkün olan en hızlı ve en basit şekilde ihtiyaçlarınızı (yemek, temizlik, uyku, eğlence vs.) giderebiliyorsanız, artık askerliğe ve o ortama adapte olmuşsunuz demektir.

Fakat bu aktiviteleri yerine getirirken, bilimum zorluklara katlanırken, estetikten, keyiften, güzel şeylerden sürekli olarak mahrum bırakılan beyniniz ve vücudunuz, kendini kapatmak, tamamen asker olmak isteyecektir. Eğer buna izin verirseniz çok rahat bir askerlik geçireceksiniz. Fakat "kafa açmak" dediğimiz şeyi yapar da sivil hayata, geride bıraktıklarınıza, normal insan gibi muamele görmeye özlem duyarsanız, o şafak sizi sıkıştırır, geçmek bilmez.

Benim şahsım adına sıkıntılarımın çoğu askerde olan olayların getirdiği fiziksel yüklerinin zihne ve ruha yansımasıyla ilgili, ya da sosyal olarak uyumsuzluk yaşamam. Bu ikinci söylediğim zaten çok büyük bir faktör. Yer yer o kadar manyaklaşıyorum ve "asker" kafasına giriyorum ki, kendimi tanıyamıyorum. Küfürler müfürler, ne bileyim çirkin davranışlar. İlk başta etrafımdaki cehalet ve sosyal doku çeşitliliğine karşı izole olmaya çalıştım. Ama bunu başarmak uzun vadede çok zor, hatta imkansız. Bir yerden sonra asimile olarak onlardan biri oluyorsunuz. 300-400 gündür orada olan adamın size benzemesi, daha düşük bir ihtimal.

Diğer bir şey ise "çarpılmak" denen, bir komutandan azar işitmek veya yaptırıma maruz kalmak. Zaten bir insana verilecek ceza, onun bedenine de uygulansa, psikolojisine de uygulansa sonuçta en son zihnine etki etmesi için tasarlanmıştır. Ama bunun haricinde direkt olarak psikolojinize yönelik verilen cezalar vardır ki, bence bunlar belli bir yaşa ve birikime sahip insan üzerinde daha etkilidir. Medeni her kişi, karşısındaki insan ona hakaret ediyor veya azarlıyorsa kızar, üzülür ve demoralize olur.

En basit örnekle, bulunduğunuz birimde birisinin işlediği suç nedeniyle tüm birim (Bölük, Tabur, Grup, Alay, vs.) cezalandırılır. Çünkü askerde 'cezalar toplu, ödüller bireysel'miş.

Burada ceza, sizi uykudan mahrum bırakmak, yormak, üşümenize neden olmak, aç kalmanıza neden olmak olabilir. Ya da dediğim gibi, ruhsal entegritenize saldırı şeklinde olabilir. Ama ceza ne şekilde olursa olsun, iyi bir asker ve/veya insan olmak isteyen, bilinçli ya da yarı bilinçli her insanın kaçınacağı ve maruz kaldığında canının sıkılacağı bir durumdur.

Nizami şekilde askerlik yapan kişi, askerliği veya görevini s*kine takmayan kişi yüzünden ceza almaktan dolayı çok rahatsız olur.

Bir de şehirde doğmuş büyümüş, silahları yalnızca bilgisayar oyunlarında görmüş kişi için askerlik önce oyun gibi görünüyor. Ama işin içine girince aslında ne kadar ciddi bir iş yaptığınızı anlıyorsunuz. Elinizde size zimmetli bir silah var, bununla insan öldürme eğitimi ve yetkisi alıyorsunuz.

Genel olarak askerlik olayının insanı şizofreniye yaklaştıran, gel-git yaşatan bir doğası olduğunu gördüm. Bir dakika önce hayatınızdan çok memnunken, hemen sonrasında "allahım, burada napıyorum lan ben" diye düşünürken buluyorsunuz kendinizi.

Spesifik olarak benim askerliğime gelirsek, İstanbul'da, Selimiye 1. Ordu Karargâhında yapıyorum askerliğimi.





Selimiye, Üsküdar'a bağlı, Kadıköy'e çok yakın, Harem'in hemen karşısında bir kışla.



Tarihi Selimiye Kuleleri'nde askerlik yapmak, çok güzel bir ayrıcalık, bunu inkar etmem imkansız.



"Bakım" (Ordu Donatım) sınıfına müdahilim. Beni neden, neye dayanarak bu sınıfa layık gördüler bilmiyorum. İlk başta yazıcı yaptılar bilgisayar kullanmayı biliyorum diye. (Sanki über bir teknoloji kullanıyorum amskym.) Ardından kendi isteğimle Silah Bakım kısmına geçtim (hehe).

Şu anda tüm 1. Ordu'ya mensup birliklerin hafif silahlarının tamir ve bakımını yapan Silah Teknisyeni'nin yanında çıraklık yapıyorum.

Bu bilgilerin bana 2 ay sonra bir faydası olacak mı? Muhtemelen hayır. Ama mutlu muyum? Evet. Çünkü beynimi stimüle eden, beni enterese eden bir iş yapıyorum.

Kendimi bildim bileli silah endüstrisine ve militer teknolojiye meraklı bir insanım. İtiraf etmeliyim ki askerlik tahmin ettiğim gibi değilmiş. Beklediğimden çok daha lakayt, disiplinsiz ve çürümüş. Zaten beni şuradaki günlerimde en fazla yaralayan şey bu. Vatana millete faydası olmayan bir ordu (gerçek anlamda ordu) adam, bir oraya bir buraya yürüyor, boş boş vakit geçiriyor, arazi olmaya, işi yanındaki adama kaktırmaya çalışıyor. Bir içtimaya girmemeyi, nöbet tutmamayı marifet sanan, "abi d*şşak bastı", "bu şafaktan sonra ben mi tutayım?" gibi değişik cümleler kuran adamlarla aynı yerde bulunmak enteresan.


Kısa dönem askerler ile uzun dönem askerler arasındaki muhabbet ise her zaman olduğu gibi Sosyologlar için 100 yıllık materyal teşkil edecek cinsten. Her fırsatta onların bizden daha güçlü, veya daha çevik, veya daha marifetli olduğundan, kısacası bizden daha iyi asker olduklarından, bizim yaptığımızın askerlik olmadığından dem vurmaya çalışmaları ilk başta sinirimizi bozsa da, bir yerden sonra sallamamayı öğrendik. Nitekim, gün içerisindeki aktivitelerimiz sonucunda komutanlar tarafından değer verilen yetilerimiz olduğunu farketmeleri bu huylarına bir son getirdi. IQ'su düşük ama EQ'su yüksek insanların, bunun tam tersi kişilerle münasebeti her zaman enteresan olmuştur zaten.

Yemekler kötü. Yıl olmuş 2013, hala askere havuç soydurup yemek yaptırıyorlar. Hem de burası Doğu'da küçük bir kışla değil, İstanbul'un göbeğindeki 1. Ordu Karargahı. Bazen bir çorba geliyor, yağ ile suyun değişik bir karışımı. İçilmesi imkansız. Yemekler de bazen güzel (ayarlı), bazen de çok ayarsız. Çoğu çöpe dökülüyor.


Diğer fasiliteler oldukça iyi durumda. Kulelerden birinde, en tepede Florence Nightingale müzesi var ama henüz göremedik.

Bugün şafağım 62. Kafam biraz dolu, yorgun ve uykusuzum. 4 saat (5-7, ardından 7-9) nöbet tuttuktan sonra çarşıya çıktım. Önceki gün mıntıkalarımız beğenilmediği için ceza olarak tüm kışlada mıntıka yaptık. Cep telefonu yakalatanlar oldu, hepimiz ceza aldık. Bu tür şeylere artık alıştım.

En büyük git-gellerim, askerliğe sövme ve "aslında o kadar da kötü değil" deme şeklinde oluyor. Öyle saçma bir şey oluyor ki, "vay arkadaş, gelen kafamı s**yim" diyorum, sonra bir insanlık, bir medeni hareket karşısında "aslında iyi insanlar da var" diyorum. Ama ne olursa olsun averaj olarak kötü bir yer, ve gereksizliği neredeyse kesin.

Klasik geyik şu şekilde: bu kadar askeri boşuna burada tutup masrafını karşılayacaklarına, o masraflarla elit küçük bir teşkilatlanma kurup Amerika'daki sistem gibi harekat bölgelerine göndererek profesyonel askerlik sistemine geçmemesinden duyulan esef ve kınama. Bizim açımızdan düşününce mantıklı tabi. Ama bu olay öyle kolay bir geçiş değil.

Neyse, şimdi çarşı iznim bitmek üzere, ilk izlenimlerim bu şekilde. Daha sonra bu yazının devamını yazmak üzere geri geleceğim. Hatta içeride günlük gibi bir şey de tutuyorum, onları buraya aktarıcam. İÇERDE ÇOK SIKILIYORUM LAN.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder